23 Temmuz 2007 Pazartesi

Gecikmiş bir Türk-Sovyet İlişkileri Analizi

Sovyetler Birliği ile ilişkilerimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan eskidir. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet Kızıl Ordusu Doğu Anadolu’dan kendiliğinden çekilmiş, Rus Çarlığı döneminde İngiltere ve Fransa ile birlikte yaptıkları Osmanlı topraklarının paylaşımını karara bağlayan gizli Sykes-Picot Antlaşması’ndan vazgeçilmiş ve antlaşma Lenin tarafından dünyaya açıklanmıştır.

Milli mücadele boyunca Sovyetler Birliği’nden Anadolu’ya silah, para ve altın akar. Resmi Sovyet verilerine göre 1920-1922 yıllarında, 39.000 tüfek, 327 makinalı tüfek, 54 top, 63 milyon fişek, 147.000 top mermisi ile doğu sınırlarından eski Rus Ordusunun bıraktığı askeri malzeme sevkedilir. “Jivoy” ve “Jutkiy” adlı iki avcı botu hibe edilir. Sovyet Hükümeti, Ankara’daki iki barut fabrikasının kurulmasında yardımcı olup fişek fabrikası için gerekli teçhizat ve hammaddeyi sağlar. Sovyet diplomatik misyonu 200 kilo külçe altını ve iki parti halinde toplam 10 milyon altın Ruble’yi Türk Hükümeti’ne teslim eder. (Kaynak: Rusya Federasyonu Türkiye Büyükelçiliği)

Mustafa Kemal Cumhuriyet kurulduktan sonra, Kurtuluş Savaşı’ndaki yardımları nedeniyle Sovyetler Birliği’ne olan vefa borcumuzu, Taksim Meydanı’na dikilen Cumhuriyet Abidesi’ne Kızılordu’nun kurucularından General Frunze ve Sovyetler Birliği Türkiye Büyükelçisi S.İ. Aralov’un figürlerini ikinci sıraya ekleterek öder.

İlk tekstil fabrikalarımızın kurulmasında Sovyetler’in maddi katkısı ve teknoloji desteği vardır. Sovyetler 1932-1938 yılları arasında ilk Beş Yıllık Kalkınma Planımızın hazırlanmasına ve finasmanına destek verir. Sovyet tarım uzmanları Çukurova’da pamuk tarımı konusunda inceleme yaparlar, Sovyetler Birliği’nden makine ve teknisyen getirilerek Kayseri ve Nazilli’de ilk basma fabrikaları kurulur. Sovyetler’den gelen yardımların içerdiği teknoloji transferi Batı dünyasından gelen yardımlarda görülmez.

Mustafa Kemal’in ölümü ile denge politikaları unutulup eski bir ittihatçı hastalığı olan Alman hayranlığı nüksedince Sovyetler Birliği ile gerginlik başlar, 1925’te imzalanmış olan Dostluk Anlaşması 1945’te geçersiz ilan edilir. Stalin yönetimi, Kars/Ardahan ile Boğazlar’da üs kurma hakkı talep eder. Akabinde Türkiye, 1948’de Marshall yardımını alması ve 1951’de NATO’ya üye olmasıyla ABD’nin dümen suyuna girer.

Stalin’in 1953’te ölümüyle Sovyetler’in Türkiye’ye karşı talepkar politikaları sona erince süper güçler arasında yeniden bir denge politikası izleme şansı yakalanır. 1959’da Sovyet kredisi ile Çayırova Cam Fabrikası’nın temelleri atılır. ABD sadık müttefiki Menderes’i bu yüzden mi ipten almadı bilinmez.

25 Mart 1967 yılında (1. Demirel Hükümeti zamanı) Türkiye ve Sovyetler Birliği arasında imzalanan Ekonomik-Teknik İşbirliği Anlaşması ile Sovyetler Türkiye’ye 200 milyon Dolar tutarında kredi sağlar. Bu kredi ile ülkemizin önemli ağır sanayi tesisleri inşa edilir: İskenderun Demir Çelik Tesisleri, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Aliağa Petrol Rafinerisi, Bandırma Asit Sülfürük Fabrikası, Artvin Levha Fabrikası. Ayrıca 24 Aralık 1972’de İskenderun Demir Çelik Fabrikası’nın büyütülmesi, 5 Haziran 1979’da Orhaneli Termik Santrali’nin kurulmasına ilişkin kredi anlaşmaları yapılır. Rahmetli Ecevit’in ABD ile arasının iyi olmadığını bilinir de, 1980’de Sami Süleyman Gündoğdu Demirel’i Zincirbozan’a bu ağır sanayi tesisleri mi götürmüştü bilinmez.

Sovyetler’in yıkılmasından sonra Rusya ile ticari ve ekonomik ilişkilerimiz devam eder, Mavi Akım da Mesut Yılmaz’ı bitirir


Yazının devamı

22 Temmuz 2007 Pazar

Kıbrıs'ı verdik, Adakale bizde kaldı

Türkiye’nin Avrupa Devletler Topluluğu içinde yer alması hayati önem arz etmektedir. Bu, ülkenin toprak bütünlüğünü koruyacağı gibi müslüman halkın ve azınlıkların hakkının hukukunun da garantisi olacaktır. Ancak öncelikle kanunlarımızda ve mevzuatlarımızda yapılması lazım gelen iyileştirmeler mevcuttur. Müttefiklerimizin Kıbrıs konusundaki önerileri dikkate alınmalıdır ve hatta Kıbrıs’ın tamamı, İngiltere’ye -geçici bir süreliğine- üs olarak kullanması için tahsis edilebilir !

Bir terslik mi var? Türkiye yerine Osmanlı Devleti koyarak bu hayali metni tekrar okuyalım:

Osmanlı Devleti'nin Avrupa Devletler Topluluğu içinde yer alması hayati önem arz etmektedir. Bu, ülkenin toprak bütünlüğünü koruyacağı gibi

Balkanlar’daki eyaletler bir bir isyan etmekte, Rusya Osmanlı’yı hem Balkanlar’da hem de Doğu Anadolu’da perişan etmektedir. Rusya’nın güçlenmesini istemeyen İngiltere ve Fransa, Kırım’da (1853-1856) Osmanlı’nın yanında Ruslar’a karşı savaşır. İngiltere Gelibolu’ya ilk o zaman asker çıkarır. Böylece Osmanlı’nın zamansız parçalanması önlenir. Paris Antlaşması (1856) ile Osmanlı Avrupa Devletler Topluluğunun bir üyesi olmuştur. Avrupalı devletlerden büyük borçlar alınmasına neden olan Kırım Savaşı Osmanlı’nın mali olarak belini büker, Düyunu Umumiye ile sömürgeleşir ve sonraki bir çok nesli de borçlu kılar.

müslüman halkın ve azınlıkların hakkının hukukunun da garantisi olacaktır. Ancak öncelikle kanunlarımızda ve mevzuatlarımızda yapılması lazım gelen iyileştirmeler mevcuttur.

Paris Antlaşması’nın şartlarından birine göre Osmanlı padişahının 28 Şubat 1856'da ilan ettiği "Islahat Fermanı" ilgili devletlere tebliğ edilecekti. Devletin bir iç meselesi olan ve ülkede yaşayan tebanın hak ve hukunu düzenleyen Islahat Fermanı'na antlaşma metni içinde yer verilmesi, izleyen yıllarda Avrupa’nın her konuda Osmanlı’nın içişlerine müdahalesinin yolunu açar.

Müttefiklerimizin Kıbrıs konusundaki önerileri dikkate alınmalıdır ve hatta Kıbrıs’ın tamamı İngiltere’ye -geçici bir süreliğine- üs olarak kullanması için tahsis edilebilir !

Paris Antlaşması’ndan yaklaşık 20 yıl kadar sonra, 93 harbinde (Hicri 1293) yani 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında bu sefer Meriç’i geçip İstanbul-Yeşilköy’e kadar gelen Ruslar'la tarihimizdeki ilk Sevr olan Ayastefanos Antlaşması (1878) imzalanır. II. Abdülhamit Ruslar’ı durdurabilmek için İngilizler’e Kıbrıs’ı sunar. Kıbrıs geçici olarak İngiliz yönetimine verilir amma ve lakin İngilizler şartlı olarak girdikleri adayı Ağustos 1959'da Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edilinceye kadar ellerinde tutarlar, adada hala bir üsleri bulunmaktadır.

İşte, 19.yy’da hâl böyleyken böyle imiş. Peki ama hiç mi iyi bir şey yok canım bu tarih denen merette? Olmaz mı;

Ruslar’dan çekinen Avrupalılar onları Ayastefanos Antlaşmasının yerini alan Berlin Antlaşmasına (1878) zorlarlar. Osmanlı için şartlar Ayastefanos’a göre daha hallicedir. Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Karadağ ayrı birer prenslik olur, Bosna-Hersek vilayeti Avusturya-Macaristan'a, Teselya Sancağı Yunanistan'a bırakılır ama Tuna Nehri üzerindeki Adakale unutulduğu ve ismi Berlin Antlaşmasında geçmediği için ada Osmanlı yönetiminde kalır.


Adakale (Ada-Kaleh) Osmanlı tarafından 1691’de fethedilmiş, Romanya ile Sırbistan arasında, Tuna nehri üzerinde, uzunluğu 1800, genişliği 400 metre olan bir adadır. 1923’e kadar Osmanlı egemenliğinde kalan bu adacık Lozan Antlaşması ile Romanya’ya bırakılır. İşin enteresan tarafı İsmet Paşa Lozan’da Adakale için çok uzun süre direnir hatta görüşmeler kesilme noktasına kadar gelir, sonra Ankara’dan gelen gizli bir telgrafla İsmet Paşa Adakale’den vazgeçer.

1967’de, Romanya ve Sırbistan Tuna üzerine bir baraj yapmaya karar verince Adakale sular altında kalır. Adada yaşayan çoğunluğu Türk 1000 kadar kişinin bir kısmı Romanya içlerine, büyük bir kısmı ise Türkiye’ye göçer. Zamanın başbakanı Demirel 13 Eylül 1967’de Romanya’yı ziyarete gider ve orada yaşayan Türkler’i yurda getirir.

Velhasıl hikaye böyle, Kıbrıs'ı verdik ama Adakale bizde kaldı, onu da seller aldı...


Adakale


Adakale'ye ilişkin netteki kaynaklar:
Tuna’ya gömülü son Osmanlı adası
"Müslümana Ada Kaleh"
Adakale'nin coğrafi konumu


Yazının devamı

GOBEN'in Çanakkale'ye Sığınması

Zamanının çok güçlü ama ağır alman savaş gemisi Goben'in (nam-ı diğer Yavuz) nasıl olup da Akdeniz'de hızlı İngiliz kruvazörlerinden kaçıp Çanakkale Boğazı'na sığındığı bir soru işaretidir. Üstelik o aralar Goben'in motorlarında bir sıkıntı olduğu da söylenir. İngilizin biri kitabına şöyle yazmış:

Goben ve Breslav kasıtlı olarak Osmanlı'ya doğru sürüldü. Çünkü, her ne kadar Ruslar'la müttefik olsalar da İngilizler Ruslar'ın sıcak denizlere inmesini istemiyordu, Goben Osmanlı'ya verilmiş bir hediye idi.
Gerisini biliyorsunuz, Enver Paşa'nın bilgisi dahilinde, Yavuz Karadeniz'e çıkıp Sivastopol'u bombaladı, arkasından Osmanlı Almanlar'ın yanında cihan harbine girdi.

İnsanın sorası geliyor, peki madem Osmanlı o kadar kıymetli idi, Abdülhamit'in parasını verip İngilizler'e yaptırdığı kruvazöre savaş çıkınca neden el koydu İngiltere? Bu hikayenin kendi beceriksizliklerini örtmek için uydurdukları bir hikaye olma ihtimali çok yüksek.


Yazının devamı

21 Temmuz 2007 Cumartesi

İstanbul'a düşen Meteor

Meteor

Meteoritical Society'nin bildirdiğine göre, kaynağı şüpheli olmakla beraber, 1805'te İstanbul’a düşmüş bir meteor mevcut, adı “Constantinople”.

“Meteorun adı neden İstanbul değil?” dediğinizi duyar gibi oldum. Halbuki Osmanlı döneminde resmi evraklarda Konstantinoupolis, Kostantiniyye isimleri de kullanılmış. Zaman içinde İslambol, Dersaadet, Deraliye gibi isimler de denenmiş ancak tutmamış.

Bizans zamanında seyyahlara yön göstermek amacıyla yollara konulan tabelalarda bulunan "Stan-bulin" (Yunanca "şehire doğru") ifadesinin “İstanbul”a kaynaklık etmiş olabileceği düşünülüyor. Şehrin 11.yüzyılda Türkler arasında "İstanbul" ismiyle anıldığı tespit edilmiş. 1920'de Mustafa Kemal şehrin ismini resmen İstanbul olarak belirlemiş. Avrupalılar ancak 1960'tan sonra bu ismi benimsemişler (Yunanistan hariç).

Meteora dönersek, ziyaret etmek isteyenler için düştüğü noktanın koordinatları 41° 3' Kuzey / 28° 55' Doğu. Bugün bu noktada Rami civarında bir semt futbol sahasının köşe gönderi bulunmakta.


Yazının devamı

20 Temmuz 2007 Cuma

Lozan Mübadilleri

1922'de Türkler'in Kurtuluş Savaşı Zaferi, Yunanlılar'ın ise yaşadıkları ‘Küçük Asya Felaketi’ (Asia Minor Disaster, Catastrophe) ardından Ege'nin iki yakasından karşılıklı büyük bir göç başladı. 30 Ocak 1923'te Lozan’da imzalanan 'Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi'yle resmiyete kavuşan tarihin ilk zorunlu göçünde, (İstanbul’daki Ortodoks Rumlar ile Batı Trakya’daki Müslümanlar hariç) Yunanistan’da yerleşik bütün Müslümanlar Türkiye’ye, Türkiye’de yerleşik bütün Ortodoks Rumlar Yunanistan’a gönderildi. Yaklaşık 2 milyon kişi yerini yurdunu bırakmak zorunda kaldı.

Lozan Mübadilleri Vakfı

Yunanistan'daki yer adlarının birbirinden farklı, Türkçe, Makedonca ve bugünkü Yunanca versiyonları mevcut. Türkçe adları bugünkü Yunanistan haritalarında bulmak mümkün değil, dedelerinizden ninelerinizden dinlediğiniz göç hikayelerindeki köyleri şehirleri harita üzerinde bulamıyorsanız, Lozan Mübadilleri Vakfı'nın mail listesine ve sitesine bir göz atmanızı tavsiye ederim. Vakıf, mübadele anılarını taze tutmak, Ege'nin iki yakası arasında bir dostluk köprüsü oluşturmak için bazı etkinlik ve faaliyetler düzenliyor.

Kendi ifadeleriyle Lozan Mübadilleri Vakfı'nın amacı şöyle :
Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti ile Yunan hükümeti arasında 30 Ocak 1923 tarihinde Lozan şehrinde imzalanan “Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi” kapsamına giren mübadillerin;
Kültür, sanat, folklorik değerlerini korumak, yaşatmak,

Yakın tarihimizi ve mübadeleyi bilimsel olarak araştırmak, belgelemek,

Mübadillerin geride bıraktıkları insanlık mirası olan kültür varlıklarının korunması için çaba göstermek,

Türkiye ve Yunanistan halkları arasındaki dostluk, sevgi ve işbirliğini geliştirmek ve barış kültürünün yerleşmesi için çaba göstermek,

Mübadiller ve sonraki kuşaklar arasındaki sosyal ve kültürel dayanışmayı ve yardımlaşmayı sağlamaktır.


Yazının devamı

Pavlus'un 7 kilisesi

Hristiyanlığı kabul ederek Aziz Pavlus (St.Paul) adını alan Tarsus'lu Saul, önce bir Roma komutanı olarak hristiyanlığı yok etmeye çalıştı. Dışarıdan bunu başaramayacağını anlayınca baş havari Petrus'a giderek, aralarına katılıp hristiyan olmak istediğini bildirdi. Petrus onu kabul etti ama günahlarının kefareti olarak incil'i tebliğ etmesi için Roma, Doğu Avrupa ve Anadolu'ya uzun gezilere yolladı. Aziz Pavlus yaptığı gezilerde Kudüs'ten çok kendisine bağlı Pavlik kiliseleri oluşturdu, Petrus'a rağmen sünneti ve domuz yasağını kaldırdı, teslis (üçleme) inancının yerleşmesini sağladı. Roma'ya yaptığı son gezisinde başı kesilerek öldürüldü.

7 kilise

Aziz Pavlus'un yolculukları:
Hristiyanlığı yahudilerin dışındaki milletlere de yaymak için çıktığı yolculukların ikincisi ve sonrasında kurduğu ilk kiliseler Anadolu'dadır. Bu kiliseler incilde '7 kilise' olarak geçer. Havari olmamakla birlikte Aziz Pavlus'un hristiyanlığın yayılması için yaptığı katkılar, incil'de mektuplarının bulunması onu hristiyanlık için önemli bir kişilk yapmıştır. Tarsus'taki St.Paul Kuyusu ve 7 kilise, İstanbul, İznik ve Efes-Meryemana ile birlikte hristiyanlar için önemli inanç turizmi merkezlerindendir.

Aziz Pavlus


Yazının devamı

Liberya: Özgür Ülke

Liberya’nın hikayesini bilir misiniz?

Liberya, 1820’de Birleşik Devletler kolonisi olarak Amerikan Sömürge Cemiyeti (American Colonization Society) tarafından kuruldu. O sıralarda Birleşik Devletler’de yaşayan zenciler özgürlüklerini yeni kazanmaya başlamışlardı. Amerikan Sömürge Cemiyeti faaliyetine başladığında Birleşik Devletler’de yaşayan 2 milyon zenciden 200 bini kölelikten kurtulmuştu.

Amerikan Sömürge Cemiyeti’nin kurucuları içinde hayırseverler, din adamları da bulunmakla beraber, köle sahipleri ve ırkçılar ağırlıktaydı. Ortalıkta dolaşan özgür siyah insanlar kendi köleleri için iyi örnek oluşturmuyorlardı, ırkçılar ise beyaz ırkla siyah ırkın karışıp melezleşmesinden korkuyordu.

Yüzlerce yıl önce gemilere tıkılıp topraklarından, ailelerinden koparılan siyah insanların, bu sefer torunları bir kez daha gemilere tıkılıp gerisin geriye Afrika’ya yollandılar. Toplam 13 bin zenci bu şekilde göçmen olarak Liberya’ya gönderildi. Bu göçmenler 1847’de bağımsızlıklarını ilan ettiler. Ne gariptir, bu göçmenler 1915’e kadar yerel Grebo ve Kru kabîleleri ile savaştılar.

Liberya’nın resmi dili İngilizce’dir, bayrağını da bir yerden gözünüz ısırmaktadır.

Liberya


Yazının devamı

Nebukatnezar uyanıyor mu?

petrol boru hatları


Rusya, Yunanistan ve Bulgaristan arasında Burgaz-Dedeağaç petrol boru hattı için anlaşma imzalandı.

Rus petrolü, Karadeniz kıyısındaki Novorossisk limanından yüklenecek ve Bulgaristan'ın liman şehri Burgaz'a ulaşacak. Buradan da 285 kilometrelik boru hattıyla Yunanistan'ın Ege kıyısındaki Dedeağaç kentine taşınacak.

Boğazlardaki tanker trafiğini azaltması bizim için işin olumlu yanı ancak Türk topraklarından geçen Transtrakya hattı yerine Burgaz-Dedeağaç'ın tercih edilmesi pek işimize gelmedi. Boğazlar için koyduğumuz rezerv geri tepti, ördek kaçtı. Asıl fenası, Rus petrolünün Samsun-Ceyhan petrol boru hattıyla Akdeniz'e taşınması projesi darbe yedi. Tamamen rafa kalktığını zannetmiyorum çünkü Rusya ile Birleşik Devletler arasındaki enerji savaşlarında çok kritik bir kesişimde duruyor. Geleneksel olarak Rusya Kuzey-Güney, Birleşik Devletler Doğu-Batı enerji hatlarını inşa etmeye çalışıyor. Rusya eninde sonunda bu boru hattına ihtiyaç duyacaktır. Bizimkiler Samsun-Ceyhan boru hattı inşaası için Rus şirketlerine biraz pay verseler belki evlerinde lobi yapmalarını sağlayabilirlerdi, olmadı.

Batılı güçler Nabucco projesi ile Doğu-Batı hattından Azeri, İran ve kısmet olursa Türkmen doğal gazını Avrupa'ya taşımak niyetindeler. Nabucco kim? Rüyasını unutan, Babil'in asma bahçelerini yaptıran, İsrailoğullarını telef eden efsanevi Babil kralı Nebukatnezar. Nebukatnezar da, rüyasının peşinde koşup, morfin yutmuş gibi bakan Morpheus'un gemisinin adı.

Uyan ey İsrailoğlu, batılı dostların Nabucco'yu canlandırmaya çalışırken, Rusya sana doğalgaz, petrol (hadi bunlar yarın öbür gün bitecek) en önemlisi su getirmek için uğraşıyor.


Yazının devamı

Öğrenilmiş İğrenme, Öğrenilmiş Unutma, Öğrenilmiş Aldırmama

14. yüzyılda Orta Asya'dan Avrupa'ya doğru yayılan veba milyonlarca insanın hayatına mal olur. 1347-1351 yıllarında yaşanan Büyük Veba Salgınında, Avrupa nüfusunun yaklaşık üçte birinin yani yaklaşık 25 milyon kişinin öldüğü tahmin ediliyor. Vebanın Avrupa'ya sıçrama hikayesi epey ilginç, Kırım'da Ceneviz'lileri kuşatan Kıpçak'lar (eski bir Türk halkı) belki ilk biyolojik savaş yöntemini kullanarak vebalı cesetleri mancınıkla kentin içine atarlar ve hastalık bu şekilde Avrupa'ya taşınır. Veba girdiği şehirde nüfusun 3'te 1'i ile yarısını telef etmeden çekilmez.

Hastalığı taşıyan ve yayan en bilinen hayvan fare, o dönemde herhangi biri için ölüm demektir. Bugün fare gördüğümüzde yaşadığımız iğrenme duygusu, nesillerin bilinçaltına işlenmiş bir mesajdır.
Ama bugün artık veba yok (en azından gelişmiş ve yarı gelişmiş ülkelerde), varsa da antibiyotiklerle tedavisi mümkün. Zavallı hayvancıkların artık ölümcül zararları olmadığı gibi çok hızlı üremelerinden dolayı bilumum deneyde kobay olarak kulllanılıp fayda dahi üretiyorlar.





İnsan soyuna yaptıkları ayıp yüzünden yüzyıllar boyunca iğrenilmeye, görüldükleri yerde linç edilmeye mahkum edilen fareler, 20. yy'da Mickey Mouse sayesinde iade-i itibar ile taltif edildiler. Sonra elimizin altında olmazsa olmazımız oldular.






Derken, bu haftasonu yeğeni oyalamak için gittiğimiz Ratatouille'da bu barışma işini abarttıklarını gördüm, fareler insanlara yemek pişiriyor, hem de en iyisinden.



Öğrenilmiş iğrenme memleketimde ise öğrenilmiş unutma veya öğrenilmiş aldırmama şeklinde tezahür eder. 1970'te Sağmalcılar'da yeni inşaatların pis su kanallarının temiz su kanallarına bağlanması ile bir kolera salgını başlar. "Bu koleradır" diyen devlet tarafından bir kez daha cezalandırılır, 50'ye yakın kişi ölür, ucuz atlatılmış bir salgındır. Sonra, Sağmalcılar ismi salgını çağrıştırdığından Bayrampaşa olarak değiştirilir. 2000 yılında Bayrampaşa Cezaevi Hayata Dönüş Operasyonunda onlarca mahkumun yanarak, vurularak ve boğularak ölümüne tanıklık eder.


Yazının devamı

19 Temmuz 2007 Perşembe

Erbil'li Mehmet Ali

İslamî medyanın Kubilay olayını kurcalaması sayesinde ortaya enteresan bilgiler çıktı. Osman Aydın’ın yazdığına göre Mehmet Ali Erbil’in dedeleri bugünkü Irak sınırları içindeki Erbil kentinden gelmeler. M.Ali’nin dedesinin babası Şeyh Esad Erbilî bir Nakşîbendi şeyhi ve Saidi Kürdi’nin yakın arkadaşı. Şeyh Esad Erbilî’nin oğlu, Mali’nin dedesinin adı Mehmet Ali.

Kubilay Olayı
Şeyh Esad ve oğlu Menemen’deki olaya karışan iki müridi nedeniyle, gizli örgüt kurmaktan suçlu bulunurlar ve İstanbul’da tutuklanırlar. Kubilay’ın şehit edilmesinden sonra kurulan sıkıyönetim mahkemesi Şeyh Esad Erbilî ve oğlu Mehmet Ali’yi suçlu bularak idama mahkum eder. Mehmet Ali’nin cezası 3 Şubat 1931’de diğer 27 hükümlü ile birlikte infaz edilirken Şeyh Esad 65 yaşından büyük olduğu için cezası hapse çevrilir, 3 Mart 1931’de Menemen Hastanesi’nde üremiden vefat eder ancak zehirlendiğine dair iddalar da mevcut.


Yazının devamı

Nusayriler (Arap Alevileri)

Nusayrîler, yüzyıllarca zulüm görüp, ibadetlerini gizli saklı yaparak, takiyye ile yaşadıktan sonra 1970'te mucizevî şekilde Suriye'de iktidar oldular.

Ortak Ali sevgisi nedeniyle Türkiye'deki Aleviler'de olduğu gibi Şii'lerle karıştırılırlar ancak mollalarla uzaktan yakından alakaları yoktur hatta, islamiyet sadece inançlarını gizleyen bir örtüdür. İnançları islam ile, bu topraklarda yaşanagelmiş pagan, şaman, putatapar kültürlerin bir karışımıdır.

Hayatlarının merkezinde kapalı ve gizlenen bir toplum olmalarından kaynaklanan kuşaktan kuşağa aktarılan bir sır vardır: AMS (Ayn-Mim-Sin).

AMS üçlemesi ve "Nusayrî" kelimesinin kökeni olduğu tahmin edilen "Nazareth" (İsa'nın doğduğu kasaba) kelimesi nedeniyle Hristiyan kültüründen de derin izler taşıdığı düşünülür. İsa'nın doğumu kutsal bayramları arasındadır.

Bilgi devrimi sır mır da bırakmadı gerçi ama AMS ile gizlenen sır halk arasında şöyle tekerlenir: Kapıya doğru yönelirim, ad önünde eğilirim ve mânâ’ya taparım.


AMS'nin sırrı:

A-Ayn (mânâ) : Hz. Ali
M-Mim (isim, ad) : Hz. Muhammed
S-Sin (bab, kapı) : Hz.Ali’nin yoldaşı ve sırdaşı Selman-ı Pâk

Tekrar edelim:
Kapıya doğru yönelirim, ad önünde eğilirim ve mânâ’ya taparım.


Yazının devamı

Siyahî yüzücüler

Olimpiyatlarda başarılı olan siyahî yüzücü hatırlıyor musunuz? Hafızanızı epey zorlamanız lazım. Siyahîlerin yüzmede neden başarılı olamadıklarını anlatmadan önce makûs talihlerini yenmiş olan siyahî yüzücülerden bahsedelim.

İlk olimpiyat madalyasını kazanan siyahî yüzücü, Hollanda Antilleri'nden Enith Brigitha, Kanada'daki 1976 Montreal olimpiyatlarında 100 mt ve 200 mt serbestte birer bronz madalya kazandı.

Olimpiyatlarda ilk altın madalyayı kazanan siyahî yüzücü ise Anthony Nesty oldu. Nesty 1988'deki Güney Kore Seul olimpiyatlarında 100 mt kelebekte 1. olarak tarihe geçti.

Pek hoş hatırlanmasa da isim yapmış başka bir siyahî yüzücü, Ekvator Ginesi'nden Eric Moussambani'dir. 2000'deki Avustralya Sydney olimpiyatlarında, 100 mt serbestte 1.52.72 saniye ile en yakın rakibinden 2 kat yavaş yüzerek 200 mt rekorundan da kötü bir derece yapmıştır. Bu yarışma youtube'da kayıtlı (Fransızlar'ın zevklenmesine dikkat !)


Eric Moussambani

Siyah insanlar yüzmede neden başarılı olamazlar?Siyah insanların kas ve kemiklerinin özgül ağırlığının beyaz insanlara göre daha fazla olması su üzerinde onlara bir dezavantaj yaratır. Bu özellik boks ve sprintte ise tartışılmaz bir avantaja dönüşmektedir.


Yazının devamı
Banner from George Steinmetz

(*) Yavaş yürüyorum bela bana yetişiyor, hızlı yürüyorum ben belaya yetişiyorum.