30 Eylül 2007 Pazar

Dörtnala sinema

Eadweard Muybridge Eadweard Muybridge

Eadweard Muybridge (1830-1904) İngiltere'de doğmuş, Birleşik Devletler'e göç etmiş bir fotoğrafçıdır. Muybridge, 1870'lerde popüler bir soru olan, üzerine bahisler oynanan "Bir at dört nala (gallop) koşarken dört ayağı birden yerden kesilir mi?" sorusuna yanıt arayan dönemin Kaliforniya Valisi, Stanford Üniversitesi kurucusu ve yarış atı sahibi Leland Stanford tarafından görevlendirilir. Bir fotoğraflama tekniği sayesinde aşağıdaki resim silsilesi elde edilir ve atın dört ayağının birden yerden kesildiği ispatlanır:

Eadweard Muybridge

Muybridge 1879'da, phenakistoscope'u geliştirerek, Edison'un Kinetoscope'una ve dahi sinema'ya ve dahi Matrix'teki kurşun sahnesine ilham veren motion picture aleti olan zoopraxiscope'u yapar. Zoopraxiscope dönen bir cam diskin üzerindeki resimlerin aydınlatılması prensibiyle çalışan, projeksiyon makinelerinin öncülü bir alettir.

Aşağıda, sayfanın başındaki dörtnala giden atın karelerini görebilirsiniz:

Eadweard Muybridge

Eadweard Muybridge

Hareket etmiyor mu? Onu da kendiniz hayal edin!


Yazının devamı

29 Eylül 2007 Cumartesi

İzmir'li Panionios

İzmir Metropoliti Hrisostomos, İzmir'e giren Yunan askerlerini kutsadıktan sonra onlara hitaben şunları söyler:

İzmir Metropoliti Hrisostomos
"Asker evlatlarım, Elen çocukları, bugün ata topraklarını yeniden fethetmekle İsa’nın en büyük mucizesini göstermiş oluyorsunuz. Bu uğurda ne kadar Türk kanı döküp içerseniz o kadar sevaba girmiş olacaksınız. Ben de bir bardak Türk kanı içmekle onlara olan kin ve nefretimi teskin etmiş olacağım. Haydi buyurunuz, bütün Azizler sizin arkanızda olacak. Atalarınızın toprakları sizleri bekliyor!"
9 Eylül 1922 günü Türk ordusunun İzmir'de yönetimi eline almasıyla Sakallı Nurettin Paşa tarafından ahaliye linç ettirilir (Sakallı Nurettin'in bir diğer benzer vukuatı da Damat Ferit Paşa hükümetlerinde bakanlık yapmış, milli mücadele muhalifi Ali Kemal'i İzmit'te sivil giyimli askerlere linç ettirmesidir, bu nedenlerden Nutuk'ta kendisinden iyi bahsedilmez)
UEFA'da Galatasaray'la aynı gruba düştüğü için medyada İzmir'li kulüp diye çıkan futbol takımını duymuşsunuzdur. Sakallı Nurettin Paşa'nın linç ettirdiği İzmir Metropoliti Hrisostomos, İzmir'de kurulmuş ve şimdi Yunan süper liginde oynayan Panionios GSS FC (Panionios Gymnastikos Syllogos Smyrnis) futbol kulübünün onursal başkanıymış.
Panionios

İzmir'den göçen Rumlar'a ait bir siteden Panionios kulübünün İzmir yıllarına ait bir fotoğraf


Yazının devamı

23 Temmuz 2007 Pazartesi

Gecikmiş bir Türk-Sovyet İlişkileri Analizi

Sovyetler Birliği ile ilişkilerimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan eskidir. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet Kızıl Ordusu Doğu Anadolu’dan kendiliğinden çekilmiş, Rus Çarlığı döneminde İngiltere ve Fransa ile birlikte yaptıkları Osmanlı topraklarının paylaşımını karara bağlayan gizli Sykes-Picot Antlaşması’ndan vazgeçilmiş ve antlaşma Lenin tarafından dünyaya açıklanmıştır.

Milli mücadele boyunca Sovyetler Birliği’nden Anadolu’ya silah, para ve altın akar. Resmi Sovyet verilerine göre 1920-1922 yıllarında, 39.000 tüfek, 327 makinalı tüfek, 54 top, 63 milyon fişek, 147.000 top mermisi ile doğu sınırlarından eski Rus Ordusunun bıraktığı askeri malzeme sevkedilir. “Jivoy” ve “Jutkiy” adlı iki avcı botu hibe edilir. Sovyet Hükümeti, Ankara’daki iki barut fabrikasının kurulmasında yardımcı olup fişek fabrikası için gerekli teçhizat ve hammaddeyi sağlar. Sovyet diplomatik misyonu 200 kilo külçe altını ve iki parti halinde toplam 10 milyon altın Ruble’yi Türk Hükümeti’ne teslim eder. (Kaynak: Rusya Federasyonu Türkiye Büyükelçiliği)

Mustafa Kemal Cumhuriyet kurulduktan sonra, Kurtuluş Savaşı’ndaki yardımları nedeniyle Sovyetler Birliği’ne olan vefa borcumuzu, Taksim Meydanı’na dikilen Cumhuriyet Abidesi’ne Kızılordu’nun kurucularından General Frunze ve Sovyetler Birliği Türkiye Büyükelçisi S.İ. Aralov’un figürlerini ikinci sıraya ekleterek öder.

İlk tekstil fabrikalarımızın kurulmasında Sovyetler’in maddi katkısı ve teknoloji desteği vardır. Sovyetler 1932-1938 yılları arasında ilk Beş Yıllık Kalkınma Planımızın hazırlanmasına ve finasmanına destek verir. Sovyet tarım uzmanları Çukurova’da pamuk tarımı konusunda inceleme yaparlar, Sovyetler Birliği’nden makine ve teknisyen getirilerek Kayseri ve Nazilli’de ilk basma fabrikaları kurulur. Sovyetler’den gelen yardımların içerdiği teknoloji transferi Batı dünyasından gelen yardımlarda görülmez.

Mustafa Kemal’in ölümü ile denge politikaları unutulup eski bir ittihatçı hastalığı olan Alman hayranlığı nüksedince Sovyetler Birliği ile gerginlik başlar, 1925’te imzalanmış olan Dostluk Anlaşması 1945’te geçersiz ilan edilir. Stalin yönetimi, Kars/Ardahan ile Boğazlar’da üs kurma hakkı talep eder. Akabinde Türkiye, 1948’de Marshall yardımını alması ve 1951’de NATO’ya üye olmasıyla ABD’nin dümen suyuna girer.

Stalin’in 1953’te ölümüyle Sovyetler’in Türkiye’ye karşı talepkar politikaları sona erince süper güçler arasında yeniden bir denge politikası izleme şansı yakalanır. 1959’da Sovyet kredisi ile Çayırova Cam Fabrikası’nın temelleri atılır. ABD sadık müttefiki Menderes’i bu yüzden mi ipten almadı bilinmez.

25 Mart 1967 yılında (1. Demirel Hükümeti zamanı) Türkiye ve Sovyetler Birliği arasında imzalanan Ekonomik-Teknik İşbirliği Anlaşması ile Sovyetler Türkiye’ye 200 milyon Dolar tutarında kredi sağlar. Bu kredi ile ülkemizin önemli ağır sanayi tesisleri inşa edilir: İskenderun Demir Çelik Tesisleri, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Aliağa Petrol Rafinerisi, Bandırma Asit Sülfürük Fabrikası, Artvin Levha Fabrikası. Ayrıca 24 Aralık 1972’de İskenderun Demir Çelik Fabrikası’nın büyütülmesi, 5 Haziran 1979’da Orhaneli Termik Santrali’nin kurulmasına ilişkin kredi anlaşmaları yapılır. Rahmetli Ecevit’in ABD ile arasının iyi olmadığını bilinir de, 1980’de Sami Süleyman Gündoğdu Demirel’i Zincirbozan’a bu ağır sanayi tesisleri mi götürmüştü bilinmez.

Sovyetler’in yıkılmasından sonra Rusya ile ticari ve ekonomik ilişkilerimiz devam eder, Mavi Akım da Mesut Yılmaz’ı bitirir


Yazının devamı

22 Temmuz 2007 Pazar

Kıbrıs'ı verdik, Adakale bizde kaldı

Türkiye’nin Avrupa Devletler Topluluğu içinde yer alması hayati önem arz etmektedir. Bu, ülkenin toprak bütünlüğünü koruyacağı gibi müslüman halkın ve azınlıkların hakkının hukukunun da garantisi olacaktır. Ancak öncelikle kanunlarımızda ve mevzuatlarımızda yapılması lazım gelen iyileştirmeler mevcuttur. Müttefiklerimizin Kıbrıs konusundaki önerileri dikkate alınmalıdır ve hatta Kıbrıs’ın tamamı, İngiltere’ye -geçici bir süreliğine- üs olarak kullanması için tahsis edilebilir !

Bir terslik mi var? Türkiye yerine Osmanlı Devleti koyarak bu hayali metni tekrar okuyalım:

Osmanlı Devleti'nin Avrupa Devletler Topluluğu içinde yer alması hayati önem arz etmektedir. Bu, ülkenin toprak bütünlüğünü koruyacağı gibi

Balkanlar’daki eyaletler bir bir isyan etmekte, Rusya Osmanlı’yı hem Balkanlar’da hem de Doğu Anadolu’da perişan etmektedir. Rusya’nın güçlenmesini istemeyen İngiltere ve Fransa, Kırım’da (1853-1856) Osmanlı’nın yanında Ruslar’a karşı savaşır. İngiltere Gelibolu’ya ilk o zaman asker çıkarır. Böylece Osmanlı’nın zamansız parçalanması önlenir. Paris Antlaşması (1856) ile Osmanlı Avrupa Devletler Topluluğunun bir üyesi olmuştur. Avrupalı devletlerden büyük borçlar alınmasına neden olan Kırım Savaşı Osmanlı’nın mali olarak belini büker, Düyunu Umumiye ile sömürgeleşir ve sonraki bir çok nesli de borçlu kılar.

müslüman halkın ve azınlıkların hakkının hukukunun da garantisi olacaktır. Ancak öncelikle kanunlarımızda ve mevzuatlarımızda yapılması lazım gelen iyileştirmeler mevcuttur.

Paris Antlaşması’nın şartlarından birine göre Osmanlı padişahının 28 Şubat 1856'da ilan ettiği "Islahat Fermanı" ilgili devletlere tebliğ edilecekti. Devletin bir iç meselesi olan ve ülkede yaşayan tebanın hak ve hukunu düzenleyen Islahat Fermanı'na antlaşma metni içinde yer verilmesi, izleyen yıllarda Avrupa’nın her konuda Osmanlı’nın içişlerine müdahalesinin yolunu açar.

Müttefiklerimizin Kıbrıs konusundaki önerileri dikkate alınmalıdır ve hatta Kıbrıs’ın tamamı İngiltere’ye -geçici bir süreliğine- üs olarak kullanması için tahsis edilebilir !

Paris Antlaşması’ndan yaklaşık 20 yıl kadar sonra, 93 harbinde (Hicri 1293) yani 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında bu sefer Meriç’i geçip İstanbul-Yeşilköy’e kadar gelen Ruslar'la tarihimizdeki ilk Sevr olan Ayastefanos Antlaşması (1878) imzalanır. II. Abdülhamit Ruslar’ı durdurabilmek için İngilizler’e Kıbrıs’ı sunar. Kıbrıs geçici olarak İngiliz yönetimine verilir amma ve lakin İngilizler şartlı olarak girdikleri adayı Ağustos 1959'da Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edilinceye kadar ellerinde tutarlar, adada hala bir üsleri bulunmaktadır.

İşte, 19.yy’da hâl böyleyken böyle imiş. Peki ama hiç mi iyi bir şey yok canım bu tarih denen merette? Olmaz mı;

Ruslar’dan çekinen Avrupalılar onları Ayastefanos Antlaşmasının yerini alan Berlin Antlaşmasına (1878) zorlarlar. Osmanlı için şartlar Ayastefanos’a göre daha hallicedir. Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Karadağ ayrı birer prenslik olur, Bosna-Hersek vilayeti Avusturya-Macaristan'a, Teselya Sancağı Yunanistan'a bırakılır ama Tuna Nehri üzerindeki Adakale unutulduğu ve ismi Berlin Antlaşmasında geçmediği için ada Osmanlı yönetiminde kalır.


Adakale (Ada-Kaleh) Osmanlı tarafından 1691’de fethedilmiş, Romanya ile Sırbistan arasında, Tuna nehri üzerinde, uzunluğu 1800, genişliği 400 metre olan bir adadır. 1923’e kadar Osmanlı egemenliğinde kalan bu adacık Lozan Antlaşması ile Romanya’ya bırakılır. İşin enteresan tarafı İsmet Paşa Lozan’da Adakale için çok uzun süre direnir hatta görüşmeler kesilme noktasına kadar gelir, sonra Ankara’dan gelen gizli bir telgrafla İsmet Paşa Adakale’den vazgeçer.

1967’de, Romanya ve Sırbistan Tuna üzerine bir baraj yapmaya karar verince Adakale sular altında kalır. Adada yaşayan çoğunluğu Türk 1000 kadar kişinin bir kısmı Romanya içlerine, büyük bir kısmı ise Türkiye’ye göçer. Zamanın başbakanı Demirel 13 Eylül 1967’de Romanya’yı ziyarete gider ve orada yaşayan Türkler’i yurda getirir.

Velhasıl hikaye böyle, Kıbrıs'ı verdik ama Adakale bizde kaldı, onu da seller aldı...


Adakale


Adakale'ye ilişkin netteki kaynaklar:
Tuna’ya gömülü son Osmanlı adası
"Müslümana Ada Kaleh"
Adakale'nin coğrafi konumu


Yazının devamı

GOBEN'in Çanakkale'ye Sığınması

Zamanının çok güçlü ama ağır alman savaş gemisi Goben'in (nam-ı diğer Yavuz) nasıl olup da Akdeniz'de hızlı İngiliz kruvazörlerinden kaçıp Çanakkale Boğazı'na sığındığı bir soru işaretidir. Üstelik o aralar Goben'in motorlarında bir sıkıntı olduğu da söylenir. İngilizin biri kitabına şöyle yazmış:

Goben ve Breslav kasıtlı olarak Osmanlı'ya doğru sürüldü. Çünkü, her ne kadar Ruslar'la müttefik olsalar da İngilizler Ruslar'ın sıcak denizlere inmesini istemiyordu, Goben Osmanlı'ya verilmiş bir hediye idi.
Gerisini biliyorsunuz, Enver Paşa'nın bilgisi dahilinde, Yavuz Karadeniz'e çıkıp Sivastopol'u bombaladı, arkasından Osmanlı Almanlar'ın yanında cihan harbine girdi.

İnsanın sorası geliyor, peki madem Osmanlı o kadar kıymetli idi, Abdülhamit'in parasını verip İngilizler'e yaptırdığı kruvazöre savaş çıkınca neden el koydu İngiltere? Bu hikayenin kendi beceriksizliklerini örtmek için uydurdukları bir hikaye olma ihtimali çok yüksek.


Yazının devamı

21 Temmuz 2007 Cumartesi

İstanbul'a düşen Meteor

Meteor

Meteoritical Society'nin bildirdiğine göre, kaynağı şüpheli olmakla beraber, 1805'te İstanbul’a düşmüş bir meteor mevcut, adı “Constantinople”.

“Meteorun adı neden İstanbul değil?” dediğinizi duyar gibi oldum. Halbuki Osmanlı döneminde resmi evraklarda Konstantinoupolis, Kostantiniyye isimleri de kullanılmış. Zaman içinde İslambol, Dersaadet, Deraliye gibi isimler de denenmiş ancak tutmamış.

Bizans zamanında seyyahlara yön göstermek amacıyla yollara konulan tabelalarda bulunan "Stan-bulin" (Yunanca "şehire doğru") ifadesinin “İstanbul”a kaynaklık etmiş olabileceği düşünülüyor. Şehrin 11.yüzyılda Türkler arasında "İstanbul" ismiyle anıldığı tespit edilmiş. 1920'de Mustafa Kemal şehrin ismini resmen İstanbul olarak belirlemiş. Avrupalılar ancak 1960'tan sonra bu ismi benimsemişler (Yunanistan hariç).

Meteora dönersek, ziyaret etmek isteyenler için düştüğü noktanın koordinatları 41° 3' Kuzey / 28° 55' Doğu. Bugün bu noktada Rami civarında bir semt futbol sahasının köşe gönderi bulunmakta.


Yazının devamı

20 Temmuz 2007 Cuma

Lozan Mübadilleri

1922'de Türkler'in Kurtuluş Savaşı Zaferi, Yunanlılar'ın ise yaşadıkları ‘Küçük Asya Felaketi’ (Asia Minor Disaster, Catastrophe) ardından Ege'nin iki yakasından karşılıklı büyük bir göç başladı. 30 Ocak 1923'te Lozan’da imzalanan 'Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi'yle resmiyete kavuşan tarihin ilk zorunlu göçünde, (İstanbul’daki Ortodoks Rumlar ile Batı Trakya’daki Müslümanlar hariç) Yunanistan’da yerleşik bütün Müslümanlar Türkiye’ye, Türkiye’de yerleşik bütün Ortodoks Rumlar Yunanistan’a gönderildi. Yaklaşık 2 milyon kişi yerini yurdunu bırakmak zorunda kaldı.

Lozan Mübadilleri Vakfı

Yunanistan'daki yer adlarının birbirinden farklı, Türkçe, Makedonca ve bugünkü Yunanca versiyonları mevcut. Türkçe adları bugünkü Yunanistan haritalarında bulmak mümkün değil, dedelerinizden ninelerinizden dinlediğiniz göç hikayelerindeki köyleri şehirleri harita üzerinde bulamıyorsanız, Lozan Mübadilleri Vakfı'nın mail listesine ve sitesine bir göz atmanızı tavsiye ederim. Vakıf, mübadele anılarını taze tutmak, Ege'nin iki yakası arasında bir dostluk köprüsü oluşturmak için bazı etkinlik ve faaliyetler düzenliyor.

Kendi ifadeleriyle Lozan Mübadilleri Vakfı'nın amacı şöyle :
Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti ile Yunan hükümeti arasında 30 Ocak 1923 tarihinde Lozan şehrinde imzalanan “Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi” kapsamına giren mübadillerin;
Kültür, sanat, folklorik değerlerini korumak, yaşatmak,

Yakın tarihimizi ve mübadeleyi bilimsel olarak araştırmak, belgelemek,

Mübadillerin geride bıraktıkları insanlık mirası olan kültür varlıklarının korunması için çaba göstermek,

Türkiye ve Yunanistan halkları arasındaki dostluk, sevgi ve işbirliğini geliştirmek ve barış kültürünün yerleşmesi için çaba göstermek,

Mübadiller ve sonraki kuşaklar arasındaki sosyal ve kültürel dayanışmayı ve yardımlaşmayı sağlamaktır.


Yazının devamı

Pavlus'un 7 kilisesi

Hristiyanlığı kabul ederek Aziz Pavlus (St.Paul) adını alan Tarsus'lu Saul, önce bir Roma komutanı olarak hristiyanlığı yok etmeye çalıştı. Dışarıdan bunu başaramayacağını anlayınca baş havari Petrus'a giderek, aralarına katılıp hristiyan olmak istediğini bildirdi. Petrus onu kabul etti ama günahlarının kefareti olarak incil'i tebliğ etmesi için Roma, Doğu Avrupa ve Anadolu'ya uzun gezilere yolladı. Aziz Pavlus yaptığı gezilerde Kudüs'ten çok kendisine bağlı Pavlik kiliseleri oluşturdu, Petrus'a rağmen sünneti ve domuz yasağını kaldırdı, teslis (üçleme) inancının yerleşmesini sağladı. Roma'ya yaptığı son gezisinde başı kesilerek öldürüldü.

7 kilise

Aziz Pavlus'un yolculukları:
Hristiyanlığı yahudilerin dışındaki milletlere de yaymak için çıktığı yolculukların ikincisi ve sonrasında kurduğu ilk kiliseler Anadolu'dadır. Bu kiliseler incilde '7 kilise' olarak geçer. Havari olmamakla birlikte Aziz Pavlus'un hristiyanlığın yayılması için yaptığı katkılar, incil'de mektuplarının bulunması onu hristiyanlık için önemli bir kişilk yapmıştır. Tarsus'taki St.Paul Kuyusu ve 7 kilise, İstanbul, İznik ve Efes-Meryemana ile birlikte hristiyanlar için önemli inanç turizmi merkezlerindendir.

Aziz Pavlus


Yazının devamı

Liberya: Özgür Ülke

Liberya’nın hikayesini bilir misiniz?

Liberya, 1820’de Birleşik Devletler kolonisi olarak Amerikan Sömürge Cemiyeti (American Colonization Society) tarafından kuruldu. O sıralarda Birleşik Devletler’de yaşayan zenciler özgürlüklerini yeni kazanmaya başlamışlardı. Amerikan Sömürge Cemiyeti faaliyetine başladığında Birleşik Devletler’de yaşayan 2 milyon zenciden 200 bini kölelikten kurtulmuştu.

Amerikan Sömürge Cemiyeti’nin kurucuları içinde hayırseverler, din adamları da bulunmakla beraber, köle sahipleri ve ırkçılar ağırlıktaydı. Ortalıkta dolaşan özgür siyah insanlar kendi köleleri için iyi örnek oluşturmuyorlardı, ırkçılar ise beyaz ırkla siyah ırkın karışıp melezleşmesinden korkuyordu.

Yüzlerce yıl önce gemilere tıkılıp topraklarından, ailelerinden koparılan siyah insanların, bu sefer torunları bir kez daha gemilere tıkılıp gerisin geriye Afrika’ya yollandılar. Toplam 13 bin zenci bu şekilde göçmen olarak Liberya’ya gönderildi. Bu göçmenler 1847’de bağımsızlıklarını ilan ettiler. Ne gariptir, bu göçmenler 1915’e kadar yerel Grebo ve Kru kabîleleri ile savaştılar.

Liberya’nın resmi dili İngilizce’dir, bayrağını da bir yerden gözünüz ısırmaktadır.

Liberya


Yazının devamı

Nebukatnezar uyanıyor mu?

petrol boru hatları


Rusya, Yunanistan ve Bulgaristan arasında Burgaz-Dedeağaç petrol boru hattı için anlaşma imzalandı.

Rus petrolü, Karadeniz kıyısındaki Novorossisk limanından yüklenecek ve Bulgaristan'ın liman şehri Burgaz'a ulaşacak. Buradan da 285 kilometrelik boru hattıyla Yunanistan'ın Ege kıyısındaki Dedeağaç kentine taşınacak.

Boğazlardaki tanker trafiğini azaltması bizim için işin olumlu yanı ancak Türk topraklarından geçen Transtrakya hattı yerine Burgaz-Dedeağaç'ın tercih edilmesi pek işimize gelmedi. Boğazlar için koyduğumuz rezerv geri tepti, ördek kaçtı. Asıl fenası, Rus petrolünün Samsun-Ceyhan petrol boru hattıyla Akdeniz'e taşınması projesi darbe yedi. Tamamen rafa kalktığını zannetmiyorum çünkü Rusya ile Birleşik Devletler arasındaki enerji savaşlarında çok kritik bir kesişimde duruyor. Geleneksel olarak Rusya Kuzey-Güney, Birleşik Devletler Doğu-Batı enerji hatlarını inşa etmeye çalışıyor. Rusya eninde sonunda bu boru hattına ihtiyaç duyacaktır. Bizimkiler Samsun-Ceyhan boru hattı inşaası için Rus şirketlerine biraz pay verseler belki evlerinde lobi yapmalarını sağlayabilirlerdi, olmadı.

Batılı güçler Nabucco projesi ile Doğu-Batı hattından Azeri, İran ve kısmet olursa Türkmen doğal gazını Avrupa'ya taşımak niyetindeler. Nabucco kim? Rüyasını unutan, Babil'in asma bahçelerini yaptıran, İsrailoğullarını telef eden efsanevi Babil kralı Nebukatnezar. Nebukatnezar da, rüyasının peşinde koşup, morfin yutmuş gibi bakan Morpheus'un gemisinin adı.

Uyan ey İsrailoğlu, batılı dostların Nabucco'yu canlandırmaya çalışırken, Rusya sana doğalgaz, petrol (hadi bunlar yarın öbür gün bitecek) en önemlisi su getirmek için uğraşıyor.


Yazının devamı

Öğrenilmiş İğrenme, Öğrenilmiş Unutma, Öğrenilmiş Aldırmama

14. yüzyılda Orta Asya'dan Avrupa'ya doğru yayılan veba milyonlarca insanın hayatına mal olur. 1347-1351 yıllarında yaşanan Büyük Veba Salgınında, Avrupa nüfusunun yaklaşık üçte birinin yani yaklaşık 25 milyon kişinin öldüğü tahmin ediliyor. Vebanın Avrupa'ya sıçrama hikayesi epey ilginç, Kırım'da Ceneviz'lileri kuşatan Kıpçak'lar (eski bir Türk halkı) belki ilk biyolojik savaş yöntemini kullanarak vebalı cesetleri mancınıkla kentin içine atarlar ve hastalık bu şekilde Avrupa'ya taşınır. Veba girdiği şehirde nüfusun 3'te 1'i ile yarısını telef etmeden çekilmez.

Hastalığı taşıyan ve yayan en bilinen hayvan fare, o dönemde herhangi biri için ölüm demektir. Bugün fare gördüğümüzde yaşadığımız iğrenme duygusu, nesillerin bilinçaltına işlenmiş bir mesajdır.
Ama bugün artık veba yok (en azından gelişmiş ve yarı gelişmiş ülkelerde), varsa da antibiyotiklerle tedavisi mümkün. Zavallı hayvancıkların artık ölümcül zararları olmadığı gibi çok hızlı üremelerinden dolayı bilumum deneyde kobay olarak kulllanılıp fayda dahi üretiyorlar.





İnsan soyuna yaptıkları ayıp yüzünden yüzyıllar boyunca iğrenilmeye, görüldükleri yerde linç edilmeye mahkum edilen fareler, 20. yy'da Mickey Mouse sayesinde iade-i itibar ile taltif edildiler. Sonra elimizin altında olmazsa olmazımız oldular.






Derken, bu haftasonu yeğeni oyalamak için gittiğimiz Ratatouille'da bu barışma işini abarttıklarını gördüm, fareler insanlara yemek pişiriyor, hem de en iyisinden.



Öğrenilmiş iğrenme memleketimde ise öğrenilmiş unutma veya öğrenilmiş aldırmama şeklinde tezahür eder. 1970'te Sağmalcılar'da yeni inşaatların pis su kanallarının temiz su kanallarına bağlanması ile bir kolera salgını başlar. "Bu koleradır" diyen devlet tarafından bir kez daha cezalandırılır, 50'ye yakın kişi ölür, ucuz atlatılmış bir salgındır. Sonra, Sağmalcılar ismi salgını çağrıştırdığından Bayrampaşa olarak değiştirilir. 2000 yılında Bayrampaşa Cezaevi Hayata Dönüş Operasyonunda onlarca mahkumun yanarak, vurularak ve boğularak ölümüne tanıklık eder.


Yazının devamı

19 Temmuz 2007 Perşembe

Erbil'li Mehmet Ali

İslamî medyanın Kubilay olayını kurcalaması sayesinde ortaya enteresan bilgiler çıktı. Osman Aydın’ın yazdığına göre Mehmet Ali Erbil’in dedeleri bugünkü Irak sınırları içindeki Erbil kentinden gelmeler. M.Ali’nin dedesinin babası Şeyh Esad Erbilî bir Nakşîbendi şeyhi ve Saidi Kürdi’nin yakın arkadaşı. Şeyh Esad Erbilî’nin oğlu, Mali’nin dedesinin adı Mehmet Ali.

Kubilay Olayı
Şeyh Esad ve oğlu Menemen’deki olaya karışan iki müridi nedeniyle, gizli örgüt kurmaktan suçlu bulunurlar ve İstanbul’da tutuklanırlar. Kubilay’ın şehit edilmesinden sonra kurulan sıkıyönetim mahkemesi Şeyh Esad Erbilî ve oğlu Mehmet Ali’yi suçlu bularak idama mahkum eder. Mehmet Ali’nin cezası 3 Şubat 1931’de diğer 27 hükümlü ile birlikte infaz edilirken Şeyh Esad 65 yaşından büyük olduğu için cezası hapse çevrilir, 3 Mart 1931’de Menemen Hastanesi’nde üremiden vefat eder ancak zehirlendiğine dair iddalar da mevcut.


Yazının devamı

Nusayriler (Arap Alevileri)

Nusayrîler, yüzyıllarca zulüm görüp, ibadetlerini gizli saklı yaparak, takiyye ile yaşadıktan sonra 1970'te mucizevî şekilde Suriye'de iktidar oldular.

Ortak Ali sevgisi nedeniyle Türkiye'deki Aleviler'de olduğu gibi Şii'lerle karıştırılırlar ancak mollalarla uzaktan yakından alakaları yoktur hatta, islamiyet sadece inançlarını gizleyen bir örtüdür. İnançları islam ile, bu topraklarda yaşanagelmiş pagan, şaman, putatapar kültürlerin bir karışımıdır.

Hayatlarının merkezinde kapalı ve gizlenen bir toplum olmalarından kaynaklanan kuşaktan kuşağa aktarılan bir sır vardır: AMS (Ayn-Mim-Sin).

AMS üçlemesi ve "Nusayrî" kelimesinin kökeni olduğu tahmin edilen "Nazareth" (İsa'nın doğduğu kasaba) kelimesi nedeniyle Hristiyan kültüründen de derin izler taşıdığı düşünülür. İsa'nın doğumu kutsal bayramları arasındadır.

Bilgi devrimi sır mır da bırakmadı gerçi ama AMS ile gizlenen sır halk arasında şöyle tekerlenir: Kapıya doğru yönelirim, ad önünde eğilirim ve mânâ’ya taparım.


AMS'nin sırrı:

A-Ayn (mânâ) : Hz. Ali
M-Mim (isim, ad) : Hz. Muhammed
S-Sin (bab, kapı) : Hz.Ali’nin yoldaşı ve sırdaşı Selman-ı Pâk

Tekrar edelim:
Kapıya doğru yönelirim, ad önünde eğilirim ve mânâ’ya taparım.


Yazının devamı

Siyahî yüzücüler

Olimpiyatlarda başarılı olan siyahî yüzücü hatırlıyor musunuz? Hafızanızı epey zorlamanız lazım. Siyahîlerin yüzmede neden başarılı olamadıklarını anlatmadan önce makûs talihlerini yenmiş olan siyahî yüzücülerden bahsedelim.

İlk olimpiyat madalyasını kazanan siyahî yüzücü, Hollanda Antilleri'nden Enith Brigitha, Kanada'daki 1976 Montreal olimpiyatlarında 100 mt ve 200 mt serbestte birer bronz madalya kazandı.

Olimpiyatlarda ilk altın madalyayı kazanan siyahî yüzücü ise Anthony Nesty oldu. Nesty 1988'deki Güney Kore Seul olimpiyatlarında 100 mt kelebekte 1. olarak tarihe geçti.

Pek hoş hatırlanmasa da isim yapmış başka bir siyahî yüzücü, Ekvator Ginesi'nden Eric Moussambani'dir. 2000'deki Avustralya Sydney olimpiyatlarında, 100 mt serbestte 1.52.72 saniye ile en yakın rakibinden 2 kat yavaş yüzerek 200 mt rekorundan da kötü bir derece yapmıştır. Bu yarışma youtube'da kayıtlı (Fransızlar'ın zevklenmesine dikkat !)


Eric Moussambani

Siyah insanlar yüzmede neden başarılı olamazlar?Siyah insanların kas ve kemiklerinin özgül ağırlığının beyaz insanlara göre daha fazla olması su üzerinde onlara bir dezavantaj yaratır. Bu özellik boks ve sprintte ise tartışılmaz bir avantaja dönüşmektedir.


Yazının devamı

17 Mayıs 2007 Perşembe

Redd-i Miras



Türkiye Cumhuriyeti kan ve gözyaşından başka resmi tarih ve redd-i miras temelinde kurulmuştur. Peki resmi görüş tarafından reddedilen miras Osmanlı mirası mıdır? Okul kitaplarında övündüğümüz Fatihler, Yavuzlar, Kanuniler Osmanlı soyu olduğuna göre, öyle olmasa gerek.

1908’den itibaren Osmanlı’yı perde arkasında idare eden İttihat ve Terakki’nin kurduğu yeraltı istihbarat örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın devamı olan Karakol Cemiyeti, Kurtuluş Savaşı’nın başında Anadolu’ya subay ve silah kaçırıyordu. İşgal yıllarında İngiliz istihbaratının Karakol Cemiyeti’ne sızdığı biliniyor, bunun doğal sonucu olarak İttihat ve Terakki’nin önde gelenleri Malta’ya sürgüne gönderildi. Karakol Cemiyeti daha sonra İttihatçı tutumu nedeniyle Mustafa Kemal Paşa’nın direktifleri ile kapatılmıştır fakat bakiye kadroları bugünkü MİT’in nüvesini oluşturmuştur.

Kurtuluş Savaşı sırasında tasfiye edilen bir başka ittihatçı kadro Çerkes Ethem liderliğindeki Kuvvay-i Seyyare’dir. Çerkes Ethem de Teşkilat-ı Mahsusa’dan yetişmiştir. Çerkes Ethem Batı Anadolu’daki Anzavur Ayaklanmasını bastırır, Yunan Ordu’suyla karşılaşmak istemesine rağmen TBMM’nin ricası üzerine Yozgat’a geçer Çapanoğlu ayaklanmasını bastırır. Kusurlu gördüğü Ankara Valisi Yahya Bey ve Refet (Bele) Bey'in, İstiklal mahkemesinde yargılanmak üzere Yozgat'a gönderilmesi isteğine Ankara olumlu yanıt vermez. Buna kızan Ethem’in "Ankara'ya dönüşümde Büyük Millet Meclisi Başkanı'nı Meclis önünde asacağım" dediği rivayet olunur. Düzenli orduya uyum sağlayamayacağı anlaşılınca İsmet İnönü komutasındaki birliklerce sıkıştırılıp aslen çarpışmak istediği Yunanlılar’la kaçtığı Atina’da vuslata erer.

Ethem’in tek kabahati ittihatçı olması değildir. Ethem Bolşevikler’e meyletmektedir. Kuvvay-i Seyyare, ağabeyinin kurucularından olduğu Kızıl Ordu’nun müslüman versiyonu olan Yeşil Ordu’ya dönüşmektedir. O zamana kadar Bolşevikler tarafından Moskova’da Mustafa Kemal’in İngilizler ve Fransızlar'la anlaşma ihitimaline karşılık koz olarak yedekte bekletilen Enver Paşa sahaya sürülmüş Batum’a gönderilmiş, burada “Doğu Halkları Kurultayı”na katılmıştır. Enver’in düşüncesi Trabzon üzerinden Anadolu’ya geçip milli mücadeleyi idare etmektir. Bu gerçekleşmeyince, sonraları Turan sevdası peşinde Tacikistan’da telef olur.

Bolşevikler’le görüşülecekse ben görüşürüm diyen Mustafa Kemal, o zamana kadar Bolşevikler’den gelen para ve silah yardımının devam etmesi için Ankara’da Kızıl Ordu’nun efsanevi kurucu komutanı General Frunze ile görüşür, pürüzler giderilir, Rusya’dan yardımlar gelmeye devam eder. Mustafa Kemal, Yeşil Ordu’yu fesh ederek bunun yerine Kemalist Komünist Parti’yi kurdurur. İlginç bir not: İslami-Bolşevik Yeşil Ordu’nun kurucuları arasında Kemalist İttihatçılar’dan Cumhuriyet Gazetesi Kurucusu Yunus Nadi de vardır. Cumhuriyet Gazetesi acaba “tehlikenin farkında mıdır?”

İttihatçıların tasfiyesine yönelik son hareket Cumhuriyet kurulduktan sonra 1926'da Mustafa Kemal'e karşı planlanan İzmir Suikasti ile olur. İttihat ve Terakki’nin kurucularından Doktor Nazım da suçlu bulunarak idam edilmiştir. Doktor Nazım I.Dünya savaşı sonrası kaçtığı Almanya’dan Türkiye’ye dönmüş olmasa belki de şimdi Şişli Abide-i Hürriyet Tepesi'nde, Enver ve Talat Paşalar ile birlikte yatıyor olabilirdi (Talat Paşa’nın mezarı 1943 yılında Almanya’dan, Enver Paşa’nın mezarı da 1996’da Tacikistan’dan, Türkiye’ye getirildi. Cemal Paşa ise ölümünden sonra 1922’de Erzurum Karskapı Şehitliği’ne defnedilmişti). İlginç bir not daha: Doktor Nazım 1916-1918 yılları arasında Fenerbahçe Kulübü Başkanlığı yapmıştır.

Velhasıl-ı kelam, Ethem gibi kader kurbanları bir yana, resmi görüşün bir bir affedip tekrar bağrına bastığı, Çanakkale’de 250 bin, Sarıkamış’ta 90 bin vatan evladının, Doğu Anadolu’da yüzbinlerce masum Ermeni’nin kanına giren bu İttihatçılar’ı ne kadar reddetsek azdır.


Yazının devamı

17 Nisan 2007 Salı

Cumhuriyet Heykelleri

Cumhuriyet dönemi heykellerinin bazılarının ilginç hikayeleri vardır. En son, Cumhuriyet Gazetesi Hafta Sonu ekinde haftada bir, resmi tarih bozar yazılar yazan Erdoğan Aydın bunlardan birini gündeme taşıdı.

Taksim Cumhuriyet Abidesi
Taksim Cumhuriyet Abidesi


İstanbul’lular Taksim’i ve meydanı bilirler ve Cumhuriyet Abidesini de elbette. Abidenin İstiklal Caddesine bakan yüzünde ön sırada Kurtuluş Savaşı kahramanları Mustafa Kemal, İsmet Paşa ve Fevzi Paşa bulunur, arka sıraya ise pek az kimsenin gözü takılmıştır. Mustafa Kemal’in direktifleri ile ikinci sıraya Kızılordu’nun kurucularından Ukrayna'lı general Frunze ve Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Türkiye büyükelçisi S.İ.Aralov’un figürü konulmuştur (Bazı kaynaklarda S.İ.Aralov yerine Kızılordu’nun önde gelen generallerinden K.E.Voroşilov’un bulunduğu beliritilmektedir. K.E.Voroşilov’un Cumhuriyet’in 10. yıl kutlamalarına katıldığı bilinmektedir).

Kurtuluş Savaşında Yunan orduları Ankara önlerine dayandığı sırada Sovyetler Birliği’nden Anadolu’ya önemli miktarlarda nakit para, altın ve silah yardımı yapılmıştır. İngiliz’lerin yanlış istihbaratlarla Türkler’i Ruslar’a karşı kışkırttığı bir dönemde General Frunze’nin bizzat Mustafa Kemal’le görüşmek üzere Ankara’ya gelmesi ile Sovyet yardımı devam etmiş, böylece belki de Türk Ordusu Sakarya Meydan Muharebesi’nde makus talihini yenmiştir.
Taksim Cumhuriyet Abidesi’ne dönersek, Pietro Canonica tarafından yapılan bu anıt önce havuzlu bir meydan çeşmesi için tasarlanmış ancak daha sonra vazgeçilmiş. İtalyan heykeltraşın diğer tanıdık heykelleri ise İzmir Cumhuriyet Meydanı’ndaki atlı Atatürk Heykeli ile Ankara Sıhhiye Meydanı’ndaki Atatürk heykelidir.

İzmir Atlı Atatürk Heykeli
İzmir Atlı Atatürk Heykeli


Cumhuriyetin ilk heykellerine imza atan diğer bir heykeltraş ise Avusturyalı Heinrich Krippel’dir. Samsun’daki şaha kalkmış atın üstündeki Ataürk heykeli, İstanbul Sarayburnu’ndaki Atatürk Heykeli ve Afyon’daki anıt bilinen eserleridir.

Afyon Anıtı
Afyon Anıtı


(Meraklısı bu heykellerin tamamını Eczacıbaşı Sanal Müzesinde görebilir)

1937’den sonraki meydan heykelleri genellikle Türk heykeltraşlar tarafından yapılmıştır. Bunlardan Ali Hadi Bara tarafından yapılan İstanbul Harbiye Orduevi bahçesinde duran ve eliyle Akdeniz’i işaret eden Atatürk heykeli hakkındaki tevatür ise şöyledir: Heykelin maketinde Mustafa Kemal’in sol eliyle Akdeniz’i işaret ettiğini gören Fahrettin Altay Ankara’ya gittiğinde Mustafa Kemal’den aldığı direktifle Akdeniz’i işaret eden elin sağ el olduğunu heykeltraşa iletir. Kimbilir, yaklaşan Hitler ve Mussolini rüzgarları solunu sağını şaşırtmıştır!

Harbiye Orduevi Ataürk Anıtı
Harbiye Orduevi Ataürk Anıtı


Aynı heykele ait diğer bir rivayet, Zeki Faik İzer’in 'İnkılap Yolunda' adlı tablosundaki Atatürk figürünün Ali Hadi Bara’nın yukarıda bahsedilen heykelinden esinlenmiş olduğudur, ancak resimdeki Atatürk’ün sol kolu havadadır. Büyük usta Hilmi Yavuz Zaman gazetesinde 2004’te yazdığı yazılarda bu tablonun Delacroix'nın 'İnkılaba Rehberlik Eden Hürriyet' tablosundan intihal olduğunu anlattığını belirterek bu dosyayı kapatalım.


Zeki Faik İzer - İnkılap Yolunda

Delacroix - İnkılaba Rehberlik Eden Hürriyet
Delacroix - İnkılaba Rehberlik Eden Hürriyet


Yazının devamı

11 Mart 2007 Pazar

Kadim Zamanlar


Kadim : (Arapça, sıfat) Çok eski, başlangıcı olmayan ya da başlangıcı geçmişin derinliklerinde kaybolmuş olan.

Bir medeniyetin kendi kendini yok edebilecek düzeye gelmesi için 10.000 yıl verirsek –bu artık ozonu delerek mi olur, zincirleme çekirdek reaksiyonunun önüne geçemeyerek mi olur, gökyüzünü CO2 kaplayıp küreyi fırınlayıp tufanlar yaratarak mı olur, laboratuarda üretilip kontrol edilemeyen bir virüsün yarattığı pandemi ile mi olur, üremek zor geldiği için soyun kuruması ile mi olur, her ne ise– hayalgücü geniş bazı insanlar 200.000 yıl önce homo sapiens’in görünmesinden bu yana en az üç beş medeniyetin kurulup yıkılması için yeterli zaman bulunduğunu düşünmüşlerdir. Bu medeniyetlere ait arkeolojik buluntuya rastlanmamasını ise bu uygarlıkların artık var olmayan batmış –belki de birbirlerini batırmış– kıtalarda yaşamalarına bağlarlar. Bu medeniyetlerin izlerini yazılı kayıtlarda bulmak çok zor olduğu için belki de efsanelerde aramak gerekir.

Battığı savlanan kıtalardan biri Mu diğeri Atlantis’tir. Uygur, Mısır ve Mayalar’ın ilk Mu kolonileri oldukları Keltler’in, İskitler’in de bunların torunları olduğu söylenir. Kayıp kıta Mu ile Mustafa Kemal Atatürk de Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden ilgilenmiş, araştırma yapmaları için tarihçileri dünyanın değişik bölgelerine göndermiştir (daha sonra konunun detaylarına bakacağız).

Kayıp Kıta Mu
Günümüzden 100.000 yıl önce Pasifik’te manevi yönleri çok güçlü bir uygarlığın yaşadığı savlanır. Levha tektoniği kanunlarına göre böyle bir kıtanın varlığı pek mümkün görünmese de J. Churchward günümüzde Polinezya, Mikronezya ve Melanezya takımadalarını oluşturan adaların bu kıtanın kalıntıları olduğunu ileri sürmüştür.



Siyah, esmer, kızıl ve sarı olmak üzere dört ırktan oluştuğu düşünülen Mu insanlarının yazı dilleri farklı olmakla birlikte, konuşma dilleri ortaktı. Bu, bana Babil Kulesinin hikayesini hatırlatır:

Babilliler tanrıya daha yakın olmak için bir kule yapmaya karar verirler. Kule yükseldikçe yükselir, yükseldikçe yükselir, Babilliler tanrıyı unutup kendi yaptıklarıyla böbürlenmeye başlarlar. Tanrı, bunlara öyle bir ceza vereyim ki bir daha biraraya gelemesinler der ve o zamana kadar hepsi aynı dili konuşurken, farklı diller konuşan gruplara böler onları.

Kimbilir, belki de Mu kıtası insanları birbirlerini anlayamadıkları için medeniyetleri entellektüel bir çöküş yaşamıştır.

Babil Kulesi

Kayıp Kıta Atlantis
Günümüzden 70.000 yıl önceye tarihlenen diğer kayıp kıta Atlantis ise Platon’un notlarına göre Atlantik Okyanusu’ndaydı. Günümüzde Atlantis’in yeri konusunda değişik fikirler vardır, bunlardan bizi ilgilendirebilecek iddialardan biri, Truva'nın aslında Atlantis olduğu, diğeri ise Kıbrıs ve Suriye arasında sular altında kalan bir kara parçasının Atlantis olduğu ve Antakya’nın bu medeniyetin bir parçası olduğudur.

Teozofların kadim bilgilere dayandırdıkları iddialara göre insan soyu “7 kök soy” denen bir gelişim süreci yaşamaktadır ve günümüz insanlığı şu an 5. kök soydadır.

1- Esîrî alemdeki birinci kök soy: Dünyadaki ısı çok yüksek olduğu için maddeden oluşmayan ruhani varlıklar
2- Hyperborea’daki ikinci kök soy: Dünya ısısının azalmasıyla tekamül edip maddeye dönüşen dev boyutlardaki tek cinsiyetli varlıklar
3- Lemurya’daki (Mu kıtası) üçüncü kök soy: Bildiğimiz insan formundaki çift cinsiyetli günümüz insanına göre oldukça iri, zihinsel yetenekleri gelişmiş olan varlıklar
4- Atlantis’teki dördüncü kök soy: Mu insanlarına göre psişik yetenekleri daha yüksek, kullandıkları sözcükler majik (büyülü) etkilere sahip olan (sözlerle bitkilerin büyümelerini hızlandırıp, vahşi hayvanları evcilleştirilebiliyorlardı) insanlar
5-Beşinci kök soy (günümüz insanı) : Dördüncü kök soyda mantığın ilerlemesi ile hesaplama, sentezleme, adalet yetileri gelişmiş ancak psişik yetenekler körelmiştir. Bu soy son zamanlarını yaşamaktadır.
6- Altıncı Kök soy : Günümüz insanları Mu ve Atlantis medeniyetindeki sezgisel yeteneklere yeniden kavuşacaklardır.
7- Yedinci kök soy: İnsan evriminin son ve en üst noktasını oluşturacaktır.

Kadim zamanlara ait belgelerin de bulunduğu İskenderiye Kitaplığı yok olmasaydı, belki de o zamanlar hakkında şimdi daha çok şey biliyor olacaktık. İskenderiye Kitaplığı, İ.Ö. 1. yüzyılda Julius Sezar tarafından, İskenderiye'yi kuşattığı sırada mı, yoksa, İ.S. 4. yüzyılda İskenderiye'de puta tapanların çokluğuna bozulan Hristiyan İmparator I. Theodosius tarafından mı ya da İ.S. 7 yüzyılda İslam Halifesi Hz. Ömer’in emriyle Mısır Fatihi Amr İbnül-As tarafından 'Bu kitaplardaki bilgiler Kuran'a aykırı ise haramdır, Kuran'da yazanlarla aynıysa gereksizdir' diyerek mi yok edildi bilinmiyor. Belki de hepsi bir kenarından yakabildiğini yaktı ya da kadim zamanlara ait bilgilerin yok olmasının suçunu birbirlerinin üzerine atmaya çalışıyorlar.

Biz Kadim Türkler
Cumhuriyet’in ilk yılları, Osmanlı’yı hem akıllardan hem gönüllerden silmek adına “Türk Tarih Tezi” oluşturma peşinde geçti. Mustafa Kemal Atatürk, 1934 tarihinde Türkiye’yi ziyaret eden İsveç veliahtı Gustav Adolf şerefine verdiği yemekte şu şekilde biten bir konuşma yapmıştı:
“...avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar: baysal utkusu.”

Konuşmayı İngilizce’sinden izleyen Gustav Adolf’ten başka anlayan olmamıştı. Böyle gitmeyeceği anlaşılınca "Güneş Dil Teorisi" ne geçildi, böylece diğer dillerden alınan kelimeler yabancı sayılmayacaktı, çünkü teori bütün dillerin Türkçe’den türediğini savunuyordu.

Kayıp kıta fikirlerinin sahibi James Churcward’ın kitapları Türkçe’ye çevrilince bir heyecan yaşandı. Çünkü Uygurlar’ın aslında Mu medeniyetinin devamı olduğu dolayısı ile Türkler’in anavatanın Mu olduğu fikri tam da Türkler’e alternatif ve ulusçu bir resmi tarih yazma aşamasında imdada koşmuştu. Mustafa Kemal Atatürk, Maya kültürü bağlantısını araştırması için tarihçi Tahsin Mayatepek’i Meksika’ya büyükelçi olarak atadı. Tahsin Bey eli boş dönmedi, Maya dilinde “tepe” anlamına gelen “tepek” sözcüğünü ve başka kültürel bağlantılar bulmuştu. Tahsin Bey’in soyadı “Mayatepek” buradan kaynaklanmaktadır.

ORHUN YAZITLARI ve RUNİK ALFABE
Türk’ler, daha doğrusu Öntürk’ler tarafından oluşturulduğu tahmin edilen en eski uygarlığın tarihi M.Ö 4500’e kadar gider (Anav Kültürü). Bunu MÖ. 3000 ile MÖ. 1700 yılları arasında tarihlenen Afanasyevo Kültürü ve MÖ. 1700 ile MÖ. 1200 yıllarına tarihlenen Andronova Kültürü ve MÖ 1200- MÖ 700 yıllarına tarihlenen Karasuk Kültürü takip eder. “Türk” kelimesine yazılı olarak ilk defa Göktürk’lerin M.S. 8. yüzyılda diktikleri Orhun-Yenisey Yazıtlarında rastlanır.

Futhark ve Göktürk alfabelerinin karşılaştırılması
Futhark ve Göktürk alfabelerinin karşılaştırılması


Otodidakt tarihçi Turgay Kürüm bir gün, Orhun yazıtları üzerindeki alfabe ile Vikingler’in Rün ya da Futhark diye bilinen ve o güne kadar okunamamış, okunamadığı için de majik anlamlar yüklenen alfabesi arasında bir ilişki kurar. İsveç’te bulanan Kylver Kayası, Mojbro Kayası ve Istaby Kayası üzerindeki Runik yazıları Göktürk sesleri ile okuduğunda bugünün Türkçesi ile anlamlı görünen ifadeler ortaya çıkar. Bunlardan en ilginci üzerine köpek ve şaha kalkmış bir at üzerindeki savaşçı figürleri kazınmış Möjbro taşı üzerindeki yazının tercümesidir:
gopek yik op ke kelkic ikin ekgök göksüpek desinkic
Günümüz Türkçesi ile:
köpek iyi hucuma kalksın -saldırsın- ikisinede "ekgök" gözüpek desin

Möjbro taşı
Möjbro taşı


Turgay Kürüm, ilk altı harfi F-U-T-H-A-R-K olduğu için Futhark diye anılan alfabenin önce Orta Asya’daki Türkler tarafından kullanıldığı, ipek yolu vasıtası ile Hazar Denizi’nin kuzeyinde yaşayan İskitler’e onlardan da Gotlar’a geçtiği bu şekilde İskandinavya’ya kadar gittiğini öne sürmektedir. Bir Öntürk araştırmacısı olan Kazım Mirşan’ın da benzer savları bulunmaktadır.

AZ BİLİNEN ÖNTÜRK ESERLERİ

Altın Elbiseli Adam
Türkler’e ait en eski yazılı eserlerin Orhun anıtları olduğu zannedilirken, 1970’te Kazakistan Almatı’da M.Ö. 4-5 yüzyıllarına tarihlenen bir Saka İskit Türk Tiginine ait mezar bulundu. Mezardan, tamamı altından yapılmış bir elbise ile üzerinde runik bir yazı bulunan bir gümüş tas çıkarıldı. Sovyet tarihçiler yazıyı şu şekilde tercüme etti: "Tigin 23'ünde öldü. Esik halkının başı sağ olsun." Bu buluntu, runik yazının ilk olarak Orta Asya'da Türkler tarafından kullanıldığı fikrini desteklemektedir.

Çin Piramitleri
Çin Piramitleri, Beyaz Piramit


Çin Piramitleri
Kazım Mirşan, M.Ö. 2500 yıllarında inşa edildiği sanılan Çin piramitlerinin Öntürk’lere ait olduğunu öne sürmektedir. Bu piramitlerden en büyüğü resimde görülen “Beyaz Piramit” tir.

Tötö Kanalı
Orta Asya'da, Fergana Vadisi'nde Göktürkler tarafından yapılmış olan bir sulama kanalı olan Tötö Kanalı ilk yapıldığında 35 km. imiş. Kaynaklar, bugün 10 km’si ayakta olan kanalın 1935'den beri Ruslar tarafından sulama amaçlı olarak kullanıldığını belirtiyor.


Yazının devamı

Orta Asya'dan gelenler kimlerdi?


Gelin size 80 bin yıllık bir masal anlatayım, yalnız biraz sabır ve dikkat gerektiriyor. Bu yazıda "Kadim Zamanlar" yazısında bahsettiğimiz efsaneler ve henüz kanıtlanamamış bazı tezlerle, günümüz genetik çalışmaları arasında bağlantılar olup olmadığına bakacağız.

Göçler ve mutasyonlar sonucunda insan topluluklarında gen havuzlarının oluştuğundan ve bunlara haplogroup dendiğinden “Daha fazla genetik” yazısında bahsetmiştik. Şimdi babadan oğula aktarılan Y kromozumuna (Y-DNA) ait haplogroup’ların izini “Biz Kadim Türkler” için birlikte süreceğiz.

İnsan genomu içinde SNP (Single Nucleotide Polymorphism) adı verilen ve DNA’nın belli yerlerinde bulunan bazı işaretler vardır. SNP’lerin DNA’nızda bulunup bulunmaması sizi belli haplogrup’ların içine dahil eder. Gözümüzde canlanması için Avrupa’daki Y-DNA haplogroup dağılımını hatırlayalım:

AVRUPA Y-DNA Haplogroup dağılımı


Adli tıpta DNA’dan kimlik tespiti yapmak için veya babalık testlerinde STR (Short Tandem Repeat) denilen marker’lardan faydalanılır. Her bir soyun (ailenin) marker’ları parmak izi gibi benzersizdir ve haplotype olarak tanımlanır. Haplotype bu yazının konusu dışında kaldığından daha fazla detaya girmeyip haplogroup’lar üzerine yoğunlaşalım.

Zamanla genom içinde yeni SNP’ler dolayısı ile yeni haplogroup’lar oluşmuştur. Farz-ı misal, bir “aa” SNP’sine sahip genom, mutasyonlarla yanına yeni “bb” SNP’sinin eklenmesiyle “aa+bb” SNP’lerine sahip olur. “aa” marker’ının haplogroup’una -yine örnek olarak isimlendiriyorum- “P” denirken “aa+bb” marker’larına sahip haplogroup’a “Q” denir. “Q”, “P” ye göre tekamül etmiştir, yani aslında içinde “P” yi de barındırmaktadır. Aşağıdaki tablo Haplogroup’ların gelişimini ve birbirleriyle olan ilişkilerini göstermektedir:


Y-DNA Haplogroup’ları
Y-DNA Haplogroup’ları


Bugün Afrika dışında yaşayan tüm insanlarda M168 SNP’si vardır. Avrasya yolculuğunda Adem babamızın DNA’sına eklenen ilk SNP M168’dir. 80.000 yıl önceki göç yolu aşağıdaki haritada görülmektedir:


M168 - Afrika dışında yaşayan tüm insanlarda bulunan SNP
M168 - Afrika dışında yaşayan tüm insanlarda bulunan SNP


45.000 yıl önce ortaya çıkan M168’e M89’un eklenmesiyle F haplogroup’u ortaya çıkmıştır. F haplogroup’una sahip atalarımız iklim şartlarının zorlaması ile Ortadoğu’ya doğru ilerlerler:


M89 – Haplogroup F
M89 – Haplogroup F


40.000 yıl önce F haplogroup’una M9 SNP’sinin eklenmesiyle K haplogroup’u ortaya çıkar. Asya’nın içlerine doğru ilerleyen atalarımızın karşısına Himalayalar çıkınca göç yolu 3 kola ayrılır:


M9 – Haplogroup K
M9 – Haplogroup K


Aşağıya inen kol Hint Yarımadası’na (Haplogroup L) , Himalayalar’ı aşan kol Çin’e (Haplogroup O) ve Melanesia/İndonezya/Micronesia’ya (Haplogroup M) yerleşir. Haplogroup O ve M’ye daha sonra tekrar döneceğiz. 2 ayrı kol ise kuzeye yönelir, biri İskandinavya’ya doğru (Haplogroup N), diğeri Orta Asya’nın içine doğru (Haplogroup P). İskandinavya’ya doğru yönelen kolu da daha sonra inceleyeceğiz. Bizi ilgilendiren kolun (Haplogroup P) göç yolunu takip etmeye devam edelim. Haplogroup P Baykal Gölü’ne, Orta Asya’nın içlerine doğru ilerler:


M45 – Haplogroup P
M45 – Haplogroup P


30.000 yıl önce bir grup yönünü batıya, Avrupa’ya çevirir:


M207 – Haplogroup R
M207 – Haplogroup R


R1 ve R1b haplogroup’unu oluşturan insan toplulukları Avrupa’nın içlerine doğru ilerler. İklim koşullarına uyum sağlamadaki başarıları, sofistike avlanma yöntemleri karşılarına çıkan Neanderthal’ler için bir şanssızlık olur ve evrim ağacından silinirler.


M173 - Haplogroup R1
M173 - Haplogroup R1


R1b haplogroup’u Cro Magnon denen insan tipini oluşturmaktadır. Mağara duvarlarına yapılan ilk resimler onların eseridir. Günümüzden 20.000 yıl önce başlayan buzul çağı bu insanları güneye inmeye zorlar yani İspanya, İtalya ve Balkanlar’a.


M343 – Haplogroup R1b
M343 – Haplogroup R1b


Mübadele
Bu araştırmalara başlama sebebim yaptırdığım DNA testine göre R1b haplogroup’una sahip olmamdı. Her iki dedemin ve her iki büyükannemin 1923’te yaşanan mübadele ile Balkanlar’dan geldiklerini biliyordum. 80.000 yıl önce Afrika’dan başlayan bu yolculuk 20.000 yıl önce soğuktan korunmak için Balkanlar’a inerek mi devam etmişti? Ardından da mübadele ile Anadolu’ya mı acaba?

Orta Asya'dan gelenler
Peki 1.000 – 1.500 yıl önce Orta Asya’dan Anadolu’ya at üstünde gelen Türkler kimlerdi, haplogroup’ları ne olabilir? Gelin “Kadim Zamanlar” da andığımız efsane ve tezlere bir göz atalım:

Kayıp kıta Mu:
Haplogroup K’dan ayrılan bir kol Melanesia/İndonezya/Micronesia’ya (Haplogroup M) yerleşti demiştik. J. Churchward, Melanesia, Micronesia ve Polinesia adalarının kayıp kıta Mu’nun kalıntıları olduğunu ve Uygurlar’ın Kayıp Kıta Mu’nun kolonisi olduğunu düşünüyordu.


M4 – Haplogroup M
M4 – Haplogroup M


Futhark/Rün Alfabesi:
Turgay Kürüm, İsveç’te bulunan kayaların üzerindeki Futhark alfabesi ile Göktürkler’in Orhun yazıtları üzerindeki alfabe arasında bir ilişki kurmuş bu alfabenin ilk önce Türkler tarafından kullanıldığını ileri sürmüştü. Haplogroup K’dan ayrılan, haplogroup N kolunun İskandinavya’ya yerleştiği biliniyor. Ayrıca haplogroup R’den bazı insan toplulukları buzul çağının sona ermesi ile Avrupa’nın kuzeyine doğru yayılmışlardır.


LLY22G – Haplogroup N
LLY22G – Haplogroup N


Maya kültürü ve Türk kültürü arasındaki benzerlikler
Tahsin Mayatepek’in Maya kültürü ve Türk kültürü arasında kurduğu ilişkiler, Maya dili ile Türkçe’de bulduğu ortak kelimeler, Kuzey ve Orta Amerika yerlilerinin kilim motifleri ile Anadolu kilim motifleri arasındaki benzerlikler, Amerika kıtasında yaşayan yerli halkın genomunun büyük kısmının haplogroup P’den ayrılmış haplogroup Q’dan oluşması


M242 – Haplogroup Q
M242 – Haplogroup Q


Kayıp Kıta Mu Efsanesi, Futhark Alfabesi ve Maya bağlantısı, bana Orta Asya’dan gelen Türkler’in
Haplogroup K->P->R zincirinin bir yerlerinde olabileceğini düşündürüyor. Anadolu’da haplogroup P’ye pek rastlanmadığından analiz dışında tutuyorum.

Haplogroup R
Günümüz Türkiye’si çoz zengin bir genom çeşitliliğine sahip, en kalabalık gruplardan biri olan haplogroup R bile ancak %20’lik bir orana sahip. Bunların büyük bir kısmının mübadele ile Balkanlar’dan taşındığını düşünüyorum, ancak bir kısmının Orta Asya’dan gelmiş olma ihtimali var.

Haplogroup K
Kazım Mirşan’ın tezlerinden biri olan Etrüskler’in Türk olduğu tezi ile İtalya’da yaşayan bir grup insanın haplogroup K olduğunu da düşünürseniz Orta Asya’dan gelen Türkler’in haplogroup K’ya mensup olma ihtimalleri de vardır bence. Ayrıca Türk ve İtalyan kuruluş efsanelerinin ortak temalar barındırdığını hatırlayalım. Türkleri Ergenekon'dan çıkaran da (Asena) Roma'nın kurucuları Romus ve Romulüs kardeşleri sütüyle besleyen de bir dişi kurttur.

Anadolu’da Orta Asya’dan gelen Türk geni baskın değil belki ama birlikte taşınan Türk kültürü bu topraklara hakim olmuş çünkü Türk kültürünün önemli özelliği karşılaştığı diğer kültürleri reddetmemesi eklektik bir şekilde onları da içine katarak zenginleşmesi hakimiyet kurması. Kimilerinin savunduğu gibi saf bir Türklük yok, Türklük gerçekten bir üst kimlik. Ayrıca dileyen buna Türkiyelilik de diyebilir, bir farkı yoktur.

Unutmayalım ki yaşadığımız topraklar bize mensup olduğumuz ırk yüzünden ekmek vermiyor. Aşık Veysel’in andığı gibi, kara toprak;
...
Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile döğmeyince kıt verdi
Benim sadık yarim kara topraktır..

Adem'den bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyva yetirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sadık yarim kara topraktır..


Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tirnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sadık yarim kara topraktır..

İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkes de gördü
Bir cekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yarim kara topraktır..
...

Kaynak
National Geographic, The Genographic Project


Yazının devamı

İngilizler neden kaybetmezler

J.G.Bennett
John G.Bennett


Nokta Dergisi ve BirGün gazetesi resmi tarih bozar yazarı Ümit Bayazoğlu geçenlerde John Godolphin Bennett'ı gündeme taşıdı. J.G. Bennett (1897-1974), İngiliz matematikçi, istihbaratçı, spiritualist ve bir derviş. Dervişliği istihbaratçı kimliğinin bir parçası olabilir diyor Bayazoğlu, nitekim İngiliz’lerin İstanbul’daki bazı tekke ve dergahlardan istihbarat satın aldığı biliniyor, ilerde bundan daha detaylı bahsedeceğim. Ermeniler’den aldığı yardım karşılığında İttihatçılarla işbirliği yapan Ermeniler’in kendi içlerinde temizliğine de göz yummuş kendisi.


J.G.Bennett, I. Dünya Savaşı sonunda İngilizler’in İstanbul’u işgali sırasında yüksek dereceli bir istihbarat uzmanı olarak görev yapar. Mustafa Kemal Samsun’a gitmek için Vahdettin’den olur aldıktan sonra Bandırma Vapuru ile İstanbul Boğazı'ndan çıkarken, İngiliz yetkililer tarafından durdurulup vizelerinin sahte olup olmadığı kontrol edilir. Boğazın kuzeyinden sorumlu olan J.G. Bennett durumdan işkillenir. Gemide Mustafa Kemal’den başka çok sayıda general vardır. Gemiyi beklemeye alarak durumu üstlerine bildirir. Teyit için Vahdettin’e ulaşılır ve problem olmadığı, geminin geçişine izin verebileceği Bennett’a bildirilir.

Daha sonra Samsun yolculuğu hakkında bazı spekülasyonlar yapılmıştır. Bandırma Gemisi Karadeniz'e pek çıkmamakla birlikte geminin kaptanı İsmail Hakkı Durusu tecrübeli ve Karadeniz'i çok iyi tanıyan, 21 yıllık kaptanlığının 5 yılında Karadeniz' de çalışmış Hindistan ve Uzak Doğuya kadar gitmiş bir kaptandır. İsmail Hakkı Kaptan’ın acemi olduğu, gemide sadece bir pusulanın bulunduğu ve bu pusulanın da bozuk olduğu söylentileri üzerine İsmail Hakkı Durusu 1930' lar da verdiği beyanlarda, Karadeniz' de 5 yıl çalıştığını, gemide iki adet iyi şekilde çalışan pusulalarının olduğunu ve kıyı şeridini takip etmelerinin tamamıyla Mustafa Kemal’in emri olduğunu açıklamıştır. (bkz)

J.G.Bennett başta Özbekler Tekkesi olmak üzere, tasavvufu öğrenmek kisvesi altında bazı dergahlarla ilişki içine girer. Abdurrahman Dilipak, dergahın Şeyhi Süleyman Efendi’nin konuk olarak dergaha gelen kişilerden topladığı istihbaratı İngiliz Büyükelçisi Henry Layard'a sattığını yazıyor (bkz). Özbekler tekkesinin bir başka özelliği Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’ya geçmek isteyenlere yardım edilen bir merkez olması. Son şeyhlerinin, İttihatçıların Kurtuluş mücadelesi için kurdukları Karakol cemiyetine duhûl ettiği, cemiyetin Anadolu’ya silah kaçırmak gibi faaliyetleri de biliniyor. Karakol Enver Paşa’ya bağlılıkları nedeniyle pek kabul görmüyor daha sonra Mustafa Kemal tarafından dağıtılıyor.

Konuya dönersek, J.G. Bennett yıllar sonra İstanbul’a ziyarete geldiğinde doğru Özbekler Tekkesi’ni ziyarete gidiyor. İlginç olan başka bir konu, Özbekler tekkelerinden birinin Üsküdar Bülbülderesi’ndeki Sabetay mezarlığı üzerinde kurulmuş olması (bkz). Sabetaycıların döndükten sonra eksikliğini hissettikleri kabala gizemciliğini bazı nakşî dergahlara sızarak tatmin ettikleri biliniyor. Özbekler Tekkesi’nin son gündeme gelişi Ahmet Ertegün’ün buraya gömülmesi ile oldu.

Eklemleyeceğim başka bir konu ise inan6666’nın kaleme aldığı büyücü peygamber Aleister Crowley’nin Altın Şafak Hermetik Cemiyeti’ne girdiği sıra Allen Bennett adlı birinden spiritualizm işinin ilmini öğrenmek için dersler alması. İki Bennett arasında fizikötesi konulara duydukları ilgiden başka bir bağ bulamadım (bulan olursa yazsın). Tabi bir de Aleister Crowley’nin kendi oğluna Atatürk adını vermiş olması var. Son bir ilginç rastlantı inan6666’nın anlattığı üzere Ahmet Ertegün’ün meşhur ettiği Led Zeppelin’in Aliester Crowley merakı!


"A" ya dikkat


Bennett’in adının John G. olması bir Otnemem hastası olarak son dikkat çekeceğim nokta.

İngilizler neden kaybetmezler? Çünkü İngilizler yarıştaki bütün atlara oynarlar.


Yazının devamı

Dünyanın Utanç Gemisi, Voyage of the St. Louis




13 Mayıs 1939'da St.Louis transatlantiği 937 yolcusu ile Hamburg-Almanya'dan Havana-Küba'ya doğru yola çıktı. Nihai hedefleri Birleşik Devletler'e girmekti. Geminin yolcuları, Nazi Almanya'sı tarafından soyup soğana çevrildikten sonra ellerine turist vizesi tutuşturulan yahudilerdi. Hiçbirinin geri dönmeye niyeti yoktu ama şirketin kuralları gereği hepsi gidiş-dönüş bileti almak zorunda kalmıştı. Almanya'ya bir daha geri dönmemek koşuluyla toplama kamplarından salıverilen yahudiler bile gidiş-dönüş bilet ücreti ödemişti.

Gemi 2 hafta sonra, 27 Mayıs'ta Havana gümrüğüne vardı. Küba, mültecilerden yeteri kadar para kazanmayacaksa onları almaya yanaşmıyordu. Adam başına 150$'la başlayan pazarlık 500$'a kadar çıktı ama Küba toplam 1 milyon $ talep ediyordu.

Küba ile uzlaşma olmayınca gemi Miami'ye doğru hareket etti, yolcuların Birleşik Devletler'e giriş izinleri vardı ama Birleşik Devletler'deki işsizlik ve diğer ekonomik sorunlar geminin karşına sahil koruma destroyeri olarak çıktı ve geminin Birleşik Devletler'e girişi engellendi.

Geminin kaptanına Hamburg'tan gelen direktif yolcuları hangi ülke kabul ederse oraya bırakabileceği yönündeydi. Dominik Cumhuriyeti, Venezüella, Ekvador, Şili, Kolombiya, Paraguay ve Arjantin'e sırayla başvuruldu. Hepsi de gemiyi geri çevirdi. Bu arada tüm dünya medyası olayı takip ediyordu. Gemiye "Dünyanın Utanç Gemisi" adı takılmıştı.

Gemi geriye, Avrupa'ya doğru yöneldi. Almanya, yahudileri kimse kabul etmezse onları geri alabileceğini açıkladı. Ama aldığında kimsenin istemediği yahudilere ne yapacağına kimsenin karışma hakkı da olmayacaktı artık.

Yolcular umutlarını kaybetmek üzereyken Belçika, Hollanda, İngiltere ve Fransa, mültecileri kabul edeceğini açıkladı, 17 Haziran'da, 1 aydan fazla denizde kaldıktan sonra ilk ayrıldıkları limandan 500 km kadar uzaktaki Antwerp limanında karaya indiler.

1 Eylül'de II. Dünya Savaşı başladı. 937 yolcu savaş boyunca Nazi işgali altındaki Avrupa yahudilerinin kaderini paylaştı.
250'sinin öldüğü tahmin ediliyor.

NOT: Olaylar gerçektir, Julian Barnes'ın "10 Buçuk Bölümde Dünya Tarihi" adlı kitabındaki bir öykü'den özetlenmiştir.


Yazının devamı

Şişli'de başlayıp Şişli de biten bir hikaye

Eğilmektense kırılmayı tercih eden mert bir insandı Hırant Dink. Şişli’de gazetesinin önünde, Ermeni kaynaklarına göre 1,5 milyon + 1, Türk kaynaklarına göre 400 bin + 1 inci kurban oldu. 1877 yılında Büyük Ermenistan ideali ile kurulan Marksist Hınçak (Çan) örgütüne kadar Türk ve Ermeni halkları Osmanlı içinde barış içinde yaşadılar. Osmanlı’da devlete yaptıkları katkılar nedeniyle Ermeni halkına “Milleti Sadıka” denirdi. Bu katkıyı sağlayanlardan biri de, Baba HAMPARSUM LİMONCİYAN’dı.

HAMPARSUM LİMONCİYAN (1768–1839), Dede Efendi’den müzik dersleri almış, eserlerini III. Selim’e sunma başarısı göstermiş üstün bir müzisyendir. Gregoryen Ermeni kilise müziğini Bizans etkisinden arındırmakla kalmamış, Ermeni alfabesinin harflerini kullanarak yarattığı, düz beyaz kağıda yazılan nota sistemi ile çok sayıda Türk üstada ait peşrev ve saz semâisinin kayda alınarak unutulmaktan kurtarılmasını sağlamıştır. Hamparsum notası olarak bugün de hala bilinen nota sistemi, Donizetti Paşa (1788-1856) modern batı nota sistemini tanıtana ve 1886 yılında "Nota Muallimi" adıyla yayınladığı kitapla Notacı Hacı Emin Efendi (1845-1907) tarafından modern sistemin yaygınlaşmasına dek kullanılmıştır. Hamparsum nota sistemi http://www.hamparsum.net adresinde detaylarıyla anlatılmaktadır, burada yazılı ve sesli örnekler de bulmak mümkündür.

Kendi yarattığı bir çeşit ebced nota sistemiyle Türk müziği eserlerini “Kantemiroğlu Edvarı” adlı kitapta toplayarak bunların unutulmamasını sağlayan bir başka frenk evladı ise Romen asıllı Boğdan Beyi Dimitri Kantemiroğlu’dur (Dimitrie Cantemir) (1673 - 1723). Hazırladığı kitap II. Ahmet’e sunulmuştur.

Burada bahsi geçen klasik Türk müziğinde kullanılan nota sistemlerinin daha detaylı bir tarihçesine http://www.turkmusikisi.com/nota/tarihce/tarihce.htm adresinden ulaşılabilir.

Babası Boğdan Beyi olunca Dimitrie Cantemir usûl gereği rehine olarak İstanbul’a saraya gönderilmiş, öncesinde memleketinde iyi eğitim görmüş bir entellektüeldir. İstanbul’daki günlerinde Rum Ortodoks Patrikhanesindeki akademide antik Yunan ve Latin kültürüyle Bizans ağırlıklı Ortodoks kültürünü, Enderunda ise Osmanlıca, Farsça ve Arapça dillerini öğrenir, Osmanlı’yı bağırsaklarına kadar tahlil eder. 1693 yılında babasının yerine Boğdan beyliğine getirilir ancak kendisine güvenilmediği için 1710’a kadar ülkesine dönemez. Ve fakat, ülkesine döner dönmez yaptığı ilk iş Rus Çarı Deli Petro’ya bağlılığını bildirmek olmuştur. 1711’de Baltacı Mehmet Paşa Prut savaşında Ruslar'ı bozguna uğratınca Kantemir de Rusya’ya kaçar.

Kantemiroğlu Rusya’da Latince bir kitap hazırlar, bu kitap Avrupa devletlerine Türkler'i yenilgiye uğratmak için hayati önem taşıyan siyasal ve askeri bilgiler içermektedir ve Avrupa krallarının başucu kitabı haline gelir. Osmanlı ve Türkler hakkında batıda oluşan önyargıların temelini de bu kitabın attığı söylenir.

Yer: Şişli Maçka Parkı. Yıl: 2003

Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, 2003 yılında Romanya Cumhurbaşkanı’nın da katıldığı bir törenle Maçka Parkı’na Dimitrie Cantemir ‘in bir büstünü diker, parkın adını da “Maçka - Dimitrie Cantemir Parkı" yapar.

“Ne var bunda?” değil mi, ya da “Ne alakası var?”

Mustafa Sarıgül 1992’de olaylı Şişli ilçe kongresinden sonra SHP’den ihraç edilince Romanya’ya gider. Burada fırıncılığa başlar, 3 ekmek fabrikası kurar, bir kaç yıl sonra bunları satarak Türkiye’ye döner. Şu an Şişli Belediye başkanlığı görevini yürütmektedir.

Hikaye Şişli'de başlar Şişli'de biter.


Yazının devamı

Bir küresel ısınma hikayesi: Tufan




Kutsal kitaplar, yani bilginin kutsanması bugün yaşadığımız bilgi ve teknoloji devriminin habercisidir. Bilgi çağı Sümerler'in çivi yazısını icat etmesi ile başlamıştır.

Gılgamış Destanı, Yaratılış ve Tufan hikayeleri Sümerler'den günümüze ulaşmış 4,000 yıllık "hayatta kalma kılavuzları"dır. Bir küresel ısınma sonrası buzulların eriyip denizlerin yükselmesi ile Karadeniz çukurunun sularla dolması sonrasında bu yörede yaşayan insanların hayatta kalma savaşını anlatır Sümerler'in Tufan hikayesi.

Tanrı Ea (Enki), tanrılar kurulunun kararına rağmen, Ut-Napiştim'i kurtarmak için düşüne girerek bir gemi yapmasını fısıldar ona. Ut-Napiştim, yaptığı geminin içine karısını, çocuklarını, işçilerini, hayvanlarını ve tohumlarını doldurur.

Tufan başladıktan yedi gün sonra fırtına kesilir. Ut-Napiştim, önce bir güvercin salıverir, güvercin geri gelir. Ertesi gün bir kırlangıç salıverir, o da geri gelir. Üçüncü gün bir karga salıverir, karga geri gelmeyince, gemisini durdurur ve gemisinin konduğu dağın doruğunda tanrılara bir kurban keser. Böylece Tanrılarla bir anlaşmaya (ahit) varmıştır Ut-Napiştim, vazifesini yapmasının karşılığında karısı ve kendisi için ölümsüzlük elde eder. Sonraları ölümsüzlüğün sırrını Kral Gılgamış'a da verir amma bir yılan Gılgamış'ın elinden kapar ölümsüzlük otunu.

Eski Ahit ve Kuran'daki Nuh tufanı, Lokman Hekim'in ölümsüzlük iksiri gibi tanıdık hikayelere de kaynaklık ediyor Sümer efsaneleri. Yani kitaplar vazifelerini yapıyorlar, bilgi kuşaktan kuşağa aktarılıyor.

Ve fakat küre yeniden ısınıyor. Bakalım bile bile, göre göre yeniden tufana tutulacak mıyız?


Yazının devamı

Türkiyye (*)




Başarılı Türk askerlerin kölelikten yükselerek Eyyubi yönetimine son vermeleriyle Mısır’da kurulan Memlük (Kölemen) Devleti, Göktürk Devleti’nden sonra isminde Türk kelimesini kullanan ikinci devlet, Türkiyye kelimesini (et Devlet et Türkiyye) kullanan ise ilk devlettir.

Memlükler, Moğolları Ayn Calut’ta (Ayn Calut: Calut’un gözü. Hz.Davut’un, tek gözlü Calut-Goliath adlı devi sapanıyla gözünden vurup yendiği yer) yenilgiye uğratıp, Moğollara ilk yenilgiyi tattıran, Moğol istilasının batıya yayılmasının ve hilafetin yok olmasının önüne geçen, Haçlıları Suriye’den çıkaran, Moğolların önünden kaçan Türkmen’lere kucak açıp toprak veren, Haşhaşi İsmaililer’in kökünü kazıyan efsanevi Türk devletidir aynı zamanda.

1250-1517 arasında 250 yıldan fazla hüküm süren Memlük Devleti, Osmanlı ile rekabet edememiş, Mercidabık ve Ridaniye savaşları ile yok olmuştur. Böylece hilafet de Osmanlı hanedanına geçmiştir.

Şimdi, bu devlet Cumhurbaşkanlığı forsunda yoktur ama Moğollar’ın kurduğu müslümanlığa geçtikten sonra Türk etkisi artan Altın Orda (Altınordu Devleti) burada yer bulmaktadır.

16 Büyük Türk Devleti Nihal Atsız'ın tasnifidir, KKTC girince birini atmışlar bir ara. İmdi bu devletlerin hikayelerine bakarsanız, göreceksiniz ki yarısı diğer yarısını hacamat etmiş, mesela;

Ak-hun'ları Göktürk'ler,
Göktürk'leri Uygurlar,
Karahanlılar'ı Harzemşahlar,
Gazneliler'i Selçuklular,
Selçuklular'ı Harzemşah'lar,
Karakoyunlular'ı Akkoyunlular,
Akkoyunlular'ı Osmanlılar,
Eyyubi'leri Memluk'ler,
Memluk'leri Osmanlılar tarihten silmiş.

Karakoyunlular, Akkoyunlular, Eyyubiler ve Memluk'lar 16 Büyük devleti içinde değiller.


(*) Türkiyye : Türk - iyye, Türk'lükle ilgili


Yazının devamı

Yerli think tank'ler

Think tank: Düşünce tankı, düşünce kuruluşu. Stratejik araştırmalar yapan sivil toplum örgütü (STK).

Türkiye’de mantar misali çoğalan yerli think tank’lardan belli başlılarına bir göz atalım:

ASAM (Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi) http://www.asam.org.tr/ Türkiye’nin en önemli düşünce kuruluşu olarak geçiyor. Ümit Özdağ (2006'da MHP'ye başkan adayı olmak isteyip partiden ihraç edildi) Avrasya Bir Vakfının desteği ile 2001'de ASAM’ı kurup başkan oluyor, 2004'te ayrılıyor. Sonraki başkanı büyükelçi (e) Gündüz Aktan. Şimdiki başkanı ise büyükelçi (e) Faruk Loğoğlu. Kuruluştaki tanıdık isimler : Yönetim kurulu başkanı ve görevden alınan Terörle Mücadele Özel Temsilcisi orgeneral (e) Edip Başer, büyükelçi (e) İnal Batu, büyükelçi (e) Nüzhet Kandemir, AKP’li Mehmet Dülger, petrol mühendisi ve enerji politikaları uzmanı Necdet Pamir, stratejist Ercan Çitlioğlu, Sevin Elekdağ

Avrasya Bir Vakfını Ülker sermayesinin desteklediği söyleniyor. Vakıf 2004’te HaYa'nın eserlerinden faydalanılarak hazırlanan bir konferans düzenleyip, katılımcılara HaYa’nın “Evrim : En Güzel Teori” kitapçığını hediye eder. Yeşil sermaye ile askerin paşa paşa geçindiği nadir kuruluştur.

TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı) http://www.tesev.org.tr/ Tanıdık isimler: Başkan Can Paker, başkan yardımcısı İshak Alaton, Etyen Mahçupyan. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, 2 Ekim 2006’daki konuşmasında TESEV’i -isim vermeden- müstevlilerin siyasi emellerine alet olmakla suçlamıştır. TESEV, Soros’tan para aldığını kabul etmektedir, araştırdığı konulara “illa da demokrasi” şeklinde yaklaşır.

USAK (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu) http://www.usak.org.uk/ Uluslararası ilişkliler ve güvenlik ağırlıklı çalışmalar yürütmektedir. Onursal başkanı ve kurucusu eski politikacı Kasım Gülek’in kızı Tayyibe Gülek’tir (DSP’den ayrılıp CHP’den millietvekili adayı olacak muhtemel isimlerden biri), başkanı Sedat Laçiner’dir. USAK Uluslararası Hukuk ve Politika (UHP) adlı bilimsel ve hakemli bir dergi çıkartır. Bu derginin yazı kurulundan tanıdık isimler: Soli Özel, Eser Karakaş, Deniz Ülke Arıboğan, Gündüz Aktan. USAK'ın internet yayını: http://www.usakgundem.com/

TUSAM (Türkiye Ulusal Güvenlik ve Stratejik Araştırma Merkezi) http://www.tusam.net/ Türk Metal Sendikası tarafından finanse edilmektedir. Ulusalcı ve milliyetçi bir çizgide ulusal ve uluslararası konularda araştırmalar yapar, özellikle Türk Dünyasını takip eder. Cumhuriyet gazetesi ile ortaklaşa Cumhuriyet Strateji ekini çıkartmaktadır.

Türkiye'deki düşünce kuruluşlarının bir listesini viki’de bulabilirsiniz.


Yazının devamı

Seçim Değil Geçim-I

Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) büyüme verileri, her yıl için son 5 yıllar kümüle edildiğinde aşağıdaki grafik elde ediliyor ve 2006 yılında 5 yıl üst üste büyüme rekoru kırıldığı görülüyor.


1968-2006 yılları arasında, sabit (1987) fiyatlar baz alınarak, TÜİK'in üretim yöntemiyle hesapladığı gayri safi milli hasıla (GSMH), ya da Türkçe'si, memlekette üretilen tüm mal ve hizmetlerin toplam büyüklüğündeki artış veya azalışın yıllara göre kümüle edilmeden değişimi de aşağıdaki grafikte görülüyor:

2007 seçimlerinden önce dikkatler ne kadar laiklik, cumhuriyetin bekaası, terör konularına çekilmek istenirse istensin, geçim oyları topladı.


Seçim Değil Geçim-II


Yazının devamı

Daha fazla genetik


İnsanın yapı taşı olan hücrenin çekirdeğinde kromozom adı verilen ipliksi yapılar bulunmaktadır. Hücre çekirdeği içinde 23 çift, yani 46 adet kromozom bulunur. Her bir kromozom çiftindeki bir kromozom anneden bir kromozom babadan gelir. 23 çift kromozomun 22’sinde vücudumuzla ilgili değişik kodlar saklanırken, geri kalan bir çift kromozom ise cinsiyet bilgimizi saklar.



Cinsiyeti belirleyen kromozom çifti kadınlarda XX, erkeklerde ise XY ile sembolize edilir. Bir kadının yumurtası tek bir X kromozomu barındırır, bu nedenle bir kadın kız olsun erkek olsun, çocuguna X kromozomunu geçirir. Kadın yumurtasını dölleyen sperm ise beraberinde ya X, ya da Y kromozumunu getirdiğinden annenin yumurtasındaki X kromozomunun yanına ya X ya da Y kromozomunu koyar. Sperm X kromozomu taşıyorsa doğan çocuk KIZ (XX), Y kromozomu taşıyorsa doğan çocuk ERKEK (XY) olur. Bu anlamda doğacak çocuğun cinsiyetini baba tayin eder (Halbuki Anadolu’da kız çocuk doğurdu diye nice kadının canı yanmıştır).

Kromozom çiftleri birbirlerinden gen alışverişi yaparlar yani iletişim kurarlar ve karışırlar. Hem annemizden hem babamızdan özellikler taşımamız bu yüzdendir. Erkekteki cinsiyet kromozomları (XY) hariç kromozom çiftleri birbirinin eşidir. Erkekteki Y kromozomu X kromozomuna göre kısa olduğundan X kromozomu ile karışmaz ve olduğu gibi bir sonraki nesle aktarılır. Bu sayede Y kromozumu incelenerek erkek için bir soyun bireylerini kuşaklar boyunca takip etmek mümkündür. Family Tree DNA ve benzeri kurumlar bu kromozom içindeki DNA’nin analizini yapmaktadir (Y-DNA testi). Bu test sadece erkekler için yapılabilmektedir.

Kadın için ise hücre çekirdeği içindeki anne ve babadan gelen XX kromozom çifti birbiri ile karışır, bu nedenle bir soyun incelenmesine imkan vermez. Bunun yerine hücrede bulunan bir diğer yapı olan ve enerji sağlamakla görevli mitokondrinin içinde bulunan DNA kodlarının incelenmesi kadın için de bir soyun takip edilebilmesini sağlar. Mitokondri spermde sadece kuyruk bölgesinde kuyruğu hareket ettirecek enerjiyi sağlamak için bulunur, döllenme sonrasında kuyruk dışarı atıldığından sperm yumurtaya mitokondri taşıyamaz böylece mitokondrideki DNA bilgisi, sadece anneden, hem kız hem erkek çocuğuna geçer. Family Tree DNA ve benzeri kurumlar mitokondri içindeki DNA’nın (mitokondriyal DNA) analizini yapmaktadır (mtDNA testi). Bu test hem kadın hem de erkekler için yapılabilmektedir.
Mitokondri DNA'sı çekirdek DNA'sına göre oldukça küçüktür. Üç milyar bazdan oluşan çekirdek DNA'sı 20-25.000 gen barındırırken, mitokondri genomunda 16.568 baz ve toplam 37 gen bulunur. DNA’lar üreme yoluyla kopyalanarak sonraki kuşaklara aktarılır. Zaman zaman bu kopyalamalar sırasında hatalar olabilmektedir ve DNA bir sonraki nesle aynen taşınamayabilir. Bu kopyalama hatalarına mutasyon denir. mtDNA’in, Y-DNA’e göre kuşaklar arasında daha az değişiklige uğradığı bilinmektedir. Uzun yıllar boyunca meydana gelen mutasyonlar ve göçler sonucu insan toplulukları belli gen gruplarına ayrılmışlardır. Y-DNA ve mtDNA için ayrı ayrı ve harflerle sembolize edilen bu gruplara haplogroup denmektedir.

Türkiye’deki haplogroup’lar üzerine yapılmış bir çalışma olan Cinnioğlu araştırmasına göre Türkiye nüfusunun %94.1’ini oluşturan ve Avrupa bölgesi ile Türkiye’nin yakın doğu’daki komşularıyla paylaşılan major Y-DNA haplogroup’lar şunlardır :
E3b, G, J, I, L, N, K2, R1

Diğer minör haplogroup’lar şöyledir:
C, Q, O (Orta Asya, %3.4)
H, R2 (Hindistan, %1,5)
A, E3*, E3a (Afrika, %1)




Yukardaki grafik başka bir kaynaktan alınmış Avrupa ülkelerindeki Y-DNA çeşitliliğini göstermektedir (Görüldüğü gibi Türkiye tam bir mozaik ya da yeni bir görüşe göre bir ebru, mozaik inatçı bir karışmamayı ebru ise farklılıkların oluşturduğu ahengi, armoniyi temsil ediyor. Anadolu’da Orta Asya’dan gelen Türk geni baskın değil belki ama birlikte taşınan Türk kültürü bu topraklara hakim olmuş çünkü Türk kültürünün önemli özelliği karşılaştığı diğer kültürleri reddetmemesi tam tersine onları da içine katarak zenginleşmesi ve hakimiyet kurması).

Aşağıdaki grafik mtDNA’nın ortaya çıkışı ve dünya üzerindeki yayılmasını gösteriyor. Havva ana ya da Havva analarımızın mtDNA’larına ilk olarak 150.000 yıl kadar önce Afrika’da rastlanmaktadır, 70.000 yıl kadar önce ise Afrika’dan çıkarak dünyaya yayılmıştır. Genetik araştırmalar sanılanın aksine ırkçı sonuçlar doğurmaktan çok dünya üzerinde yaşayan herkesin ortak bir atadan geldiğini başka bir deyişle akraba olduğunu göstermektedir (Gerçi GWBush’un yerinde olsam ben de Bin Ladin’le akraba olduğumu kabul etmek istemezdim).




Yazı için embedded ahkam :

Bir neşteri hastalıklı bir bölgeyi ameliyat etmek için de, hasmınızın karnını deşmek için de kullanabilirsiniz. Nasıl ki endüstri devriminde üretim ve üretim araçları sermayeye ait idiyse, bilgi devriminin yaşandığı günümüzde bilginin üretimi ve dağıtımı yine sermayenin tekelinde (adamlar Matrix'in 2. ve 3. bölümlerini bile satın alıp filmin ruhundaki başkaldırıyı yokettiler). Internet ilk bakışta anarşist bir yapılanma gibi görünse de dezenformasyon taktiği, echelon vs gibi büyük kulaklar varken temiz kalması zor. Bilimsel araştırmalar konusunda tutucu olmak yerine üzerimize yağan bilgi bombardımanını filtre edip dezenformasyonu ayıklayabilmemiz lazım.


Yazının devamı
Banner from George Steinmetz

(*) Yavaş yürüyorum bela bana yetişiyor, hızlı yürüyorum ben belaya yetişiyorum.